Zamandan Uzakta
“FİLİSTİN TÜRKÇE KARDEŞ”
Kudüs! Peygamberlerin ayak bastığı, onları bağrına basan, İslam’ın ilk kıblesi ve
miracın ilk menzili mukaddes şehir. Müslümanlar, Yahudiler ve Hristiyanlar için
kutsal kabul edilen tek şehir. Geçmişten günümüze yaşanmışlığın bütün izlerini
taşıyan yer Kudüs.
Hayat bazen seyahat etme isteği uyandırır ve bir tarihin, bir inancın ve bir vicdanın izini sürmeye çağırır insanı. Kudüs’e giden yol da tam böyle bir yoldu benim için. Sadece taşları, duvarları, sokakları değil; insanları, hayatları vaar olma mücadelesini görmek için çıktım bu yola. Kudüs, yaşam ile ölümün, savaş ile barışın iç içe geçmiş olduğu kadim şehir. Ben oradayken, sadece bir gazeteci değil, bir insan olarak da değişmeye başladım.”
Peki, bu tarihi kutsal şehre nasıl gidilir?
Kudüs’e gidebilmek için öncelikle İsrail vizesi almanız gerekmekte. Bunun sebebi
ise Filistin Devletine ait bir havalimanı olmaması. Vize işlemleri için öncelikle
kalacağınız otel rezervasyonu çıktısı, gideceğiniz havayollarının bilet çıktısı(gidiş-
dönüş) birde banka hesabınızda bir miktar para olması ve para hangi bankada ise
oradan hesap dökümü almanız gerekiyor.(3-5 bin gibi bir rakam yeterli oluyor.) Bir
şeffaf dosya içinde pasaportunuz ve evraklar ile İsrail Büyükelçiliği’ne vize için
başvuruda bulunuyorsunuz. Ayrıca vize için herhangi bir ücret ödenmiyor.
Ortalama 7 gün içinde gidip başvurunuzun sonucunu öğrenebiliyorsunuz.
Genellikle olumlu sonuçlanmakta. Tavsiye olarak ise İstanbul’da vize başvurusunu
yapmanız sizin için daha iyi olacaktır.
Gittiğinizde ve Giderken Karşılaşacağınız Durumlar
Türkiye’den ayrılmadan önce rutin aranmaların haricinde uçak içine geçmeden bir
kere daha aranacaksınız. İsrail tarafından alınmış bir önlem olduğunu
söylemişlerdi. Ben Gurion havalimanına indiğinizde pasaport kontrol noktasına
gideceksiniz. Orada “ilk gelişiniz mi, neden geldiniz, nerede kalacaksınız?” gibi
sorular sorulacak. Rahat görünmeniz ve net bir şekilde cevap verdiğiniz takdirde bir
problem olmuyor. Fakat olumsuz gelişmeler de yaşanmakta. İki arkadaşın sorguya
alındığı ikisinin geri gönderildiğine şahit oldum. İki arkadaşı gönderme nedenleri
ise bir arkadaşın isminin Recep Tayyip olmasından diğer arkadaşında onun yanında
olmasından kaynakladığını öğrendim. Arkadaşları ilk uçakla Türkiye’ye
göndermişlerdi. Bu gibi gereksiz yere insanları mağdur ediyorlar. Kimi zaman isim
oluyormuş, kimi zaman canları öyle istiyormuş. Amaçları “buralar bizim ona göre”
demeye çalışan zavallı insan topluluğundan başka bir şey değiller.
Bu tatsız olayları geçip hızlı bir şekilde Kudüs’e nasıl gidilir onlara değineyim.
Kontrollerden sonra sol tarafa doğru gidildiğinde tren istasyonu bulunmakta.
Yahudilerin dini günü 1 değilse trenle çok uygun bir fiyata Kudüs’e gidebilirsiniz.
Havalimanın içinde kolay bir şekilde görselleri takip ederek bulabilirsiniz. İkinci
bir seçenek ise taksi dolmuş, 20 dolar civarında bir ücretle gideceğiniz yere kadar
sizi bırakıyor ve pasaport kontrol noktasından çıktığınızda karşınıza gelen ilk
kapıdan çıktığınızda göreceksiniz. Üçüncü seçenek taksi, fakat çok ve gereksiz
pahalı olduğundan ben tercih etmedim. Eğer ilk geziniz yardıma ihtiyacınız veya
soracağınız herhangi bir sorunuz olursa, Mescidi Aksa alanında vakit
1 Şabat veya Sebt, Yahudilerin dinlenme günü olan Cumartesi gününü ifade eder.
namazlarından sonra sohbet edenlere katılın ve kendinizi o insanlara bırakın.
Misafir perverliğiyle sizi mest edeceklerdir. Ben genelde Türkiye’den gelen
arkadaşlarla namazdan sonra tanıştım. O tanışmayla bir ekip gibi hareket ederek
birçok yere beraber gittik. Bu şekilde yapmamız maddi anlamda daha az harcama
yapmamızı sağlarken, daha fazla yer görebilme olanağı tanıdı. Selamın faziletiyle
edindiğiniz dostluklar yaşama şansınız olacak. Tabi sizlerde eliniz boş gitmemesini,
giderken çay, kahve ve ülkemize has hediyeler götürmenizi tavsiye ederim. Çünkü
eliniz boş gitse de parmak uçlarınıza kadar hayatınızda yaşamadığınız hazzı
yaşayarak, içiniz dolu döneceksiniz. Mahcup olmanızı istemem.
Gelelim benim neler yaşadığıma
Filistin topraklarına cumayı cumartesiye bağlayan bir kış gününde gittim.
Yahudilerin dini günü olduğundan dolayı tren seferi olmadığını öğrendim. Bir
günün havalimanında geçirmenin vereceği hüznü iliklerime kadar hissettim. Nasıl
giderim nasıl yaparım sorusunu bir sağa bir sola giderek düşünürken birden biri dikkatimi
çekti hemen yanına yaklaştım. İnsanlar görünüşlerine göre ayırt edilmez fakat
Müslüman kardeşlerimizi yüzünden anlayabiliyorsunuz. Canım kaynadı derler ya
öyle bir his işte. Filistinli bir
ağabeyle muhabbete daldım ama nasıl muhabbet. Selahattin Eyyubi geldi aklıma,
Sultanlarımız, Hakanlarımız geldi. Birde kendimize baktım. Ağabey “buralar
sizin biz misafiriz” diyerek konuya başlamıştı. Filistin’de yaşanılan olayları, sürekli
gelmemiz gerektiğini anlatırken ben ise yutkunarak sohbete katılıyordum. Sohbet
etmek güzeldir, birde aynı nedenden hüzün duyuyorsanız, zaman kısalır konu uzar
gider. Ağabeyle nasıl tanıştık onu anlatmadım. Aklıma ilk o konuşma geliyor.
Sanki yıllardır abiyi tanıyormuşum gibi direk konuya girdim. Ağabeyi görünce okuduğum Savaşçı kitabında Doğan Bey’in çevresini, çevresindeki insanları nasıl
analiz ettiğini hatırladım. Hemen başladım incelemelere. Orta yaşlarda baya irice,
hafif kır düşmüş sakallı birine gözüm çarptı. Yavaş yavaş yaklaştım. Kafamda içinde bir hengame var ama olsun diyordum. Kelimeleri bir birine bağlayıp cümle kurmaya çalışıyorum. Tabi ilk defa başka
bir dil ile hiç Türkçe bilmeyen biriyle konuşacaktım. Adımı sorsa herhalde
söyleyemezdim. Aslında sadece basit bir soru nasıl giderim diyecektim. İlk defa
yapılan şeyler neden zor bilir misiniz? Okulun ilk yılı, ilk iş günü daha birçok ilkler.
Hatta ilk adımları atan bebeği düşünün, ne kadar zorlanıyor. Zorlanmasının en
temel sebeplerinden biri, ilk defa yürümesi, bacaklarının güçsüz olması değil.
Heyecanına yenik düşmesi. Heyecanımı bastırdım geçtim ağabeyin karşısına
başladım ben, siz, biz onlar ne kadar kelime biliyorsam döküyorum ortaya. Ağabey
anladı iyice konu farklı yere gitmeden yüzünde “rahat ol” der gibi gülümseme oldu. Buyur dedi.
İngilizceyi bir kenara bıraktım hemen “Selamun aleyküm” dedim ve o muhteşem
cevap geldi; “aleyna ve aleyküm selam” duyunca bir oh çekmedim desem yalan
olur. Belki diyeceksiniz hani anlamıştın Müslüman olduğunu neden selamla başlamadın konuşmaya?. Hayatta böyle değil mi yaşamın sonunun elbet geleceğini bildiğimiz halde bilmiyor gibi yaşamıyor muyduk? Direk selam vermek varken ne diye İngilizce çabaladım bir soru işareti olarak
kaldı aklımda. Selamı verdik aldık peki sonra? Başladım yine çabalamaya baktı
olamayacak ağabey Türkçe ismimi sordu şaşkınlık içinde cevap verdim.
Şaşkınlığımı atlattıktan sonra Türkçeyi nasıl öğrendiğini nereli olduğunu sordum.
Kendisi Filistinli, eşi Konyalı bir Türk, eşinden dolayı öğrenmiş bizim dili.
Havalimanında da eşinin annesini bekliyormuş. Tabi hemen Kudüs’e yakın mı
gideceğiniz yer sorusunu sordum. O arada Türkiye’den gelen kız arkadaşlarda vardı
yanıma geldiler. Kudüs’e yakınmış fakat arabaya 2 kişi alabilirim dedi. Çünkü
aracın bir Filistinliye ait olduğunu en basit örnekle plakasının renginden
anlamalarından dolayı sürekli çevirme olduğunu ve koltuk sayısını aşmamasının
gerektiğini söyledi. Bizim için önemli olan bir veya iki de olsa kişinin gitmesiydi.
Sorun olmadığını kimi isterseniz götürebilirsiniz dedim. Sonra kızların
havalimanında kalmasına gönlü razı gelmedi olsun bari bu seferlik götüreyim,
burada beklemesinler dedi. Ayrıca kızları götürmeme izin veriyor musun dedi çok
şaşırmıştım. Neyse ağabey götürürken cezayı yemiş çok üzüldüm ama kız
arkadaşları çok güzel bir şekilde ağırlayarak, mescidi aksaya kadar getirdi. Orada
verdiğim söz kızları görene kadar mesuliyet hissi oluşturmuştu çok şükür sorunsuz
bir şekilde gelmişlerdi. Gelelim ben garibe kaldık bir başımıza. Çıkışa yakın bir
yerde balonlarla oynayan 24 yaşlarında hafif sakallı nur yüzlü biri dikkatimi
çekmişti. Yanına gittim derdimi anlatmak için fakat anlatacak bir dil bilgimin
olmadığını söylemiştim. Daha kötüsü bu kardeşimiz Türkçe bilmiyordu. Dışarıdan
görünümüm hiç hoş olmasa da el işaretleriyle anlatmaya başladım. Anlaşılmanın verdiği mutlulukla beraber Filistinli kardeşim önüme düştü ve bu sefer o anlatmaya başladı. Şu araçla
gidersen şu kadar, bu araçla gidersen bu kadar şeklinde anlattı. Anlattığı araçlar
benim neredeyse yanımdaki para kadar. Kudüs ile havalimanı arası mesafe bir hayli fazla olduğundan fiyatlarda yüksek oluyordu. Bu arada ismi İbrahim'di . İbrahim'e sen nereye gidiyorsan oraya gidiyim sabah olduğunda bir şekilde Kudüs'e geçerim dedim. "Müslüman Müslümana güvenmek zorunda" sözü aklımdaydı bu cesaret buradan geliyordu. Birde Filistinli halkın bizzat yaşantısını görmek istiyordum. Sonra yaşadığı yeri sorduğumda Kudüs’le tam zıt yerde olduğunu anlattı vazgeçmek zorunda kaldım.
İbrahim durumu anlayınca "biz bırakalım" dedi.
Haritada görmüşüm yaşadığı şehri tabi asla kabul etmem dedim. Ne yapalım taksi dolmuşa
bineyim dedim. Helallik alarak gösterdiği araçlardan birine binerek Kudüs’e doğru
yol aldım. Hareket saatini beklerken sabah namazına yetişmenin hayalini kurmaya başladım. Dakikalar geçmemeye başladı. Sonunda kaptan arabayı çalıştırdı, tek tek yer sorup ücretleri almaya başladı. Sıra bana geldiğinde ne yer sordu ne bir ücret şaşkınlık içinde sordum. Bende Kudüs"e gideceğim deyip ücreti uzatsam da almadı. İbrahim bana sadece taksi dolmuşu göstermekle kalmamış ayrıca aracın ücretini da ödemiş ve gideceğim yeri anlatmış.
Anlam veremediğim bir hüzün duydum. Nasıl olur sorularını sormaya başladım.
İnandığımız değerlerin bizi biz yapan değerlerin varlığına şahit oldum. Geriye sadece
konuşmamız kaldı. Belki bir gün yine karşılaşırız bu sefer onu hüzünlendiren ben
olurum. Kim bilir? İçimi kaplayan sevinç ve hüzün ile yağmur eşliğinde Kudüs’e
ata topraklarına vardım. Sokaklarda kimseler yok tabi saat sabaha doğru 4
sularında. Gökyüzüne bakarak, benim için tarihi olan o anı yaşamaya çalışıyordum.
Yağmur taneleri saçlarıma dokunurken adeta ayakta rüyalara dalarak yürüyorum
sokakları. Birden masalın kötü kahramanları karşıma dikiliyor. Pasaport çanta
saçma sapan aramalar vs. Sabah ezanı okunmasına az kala kardeşlerimizin evden
ilk kıblemize doğru gelen sesler sokakları kaplamaya başlıyor. Kedileri yanıma
alarak bende evden ayrılan büyüklerime kardeşlerime katılıyorum. Selamlar,
gülümsemeler tabi hüzünle karışık bir gülümseme. Mescid-i Aksa girişinde
Yahudilerin sizi izlemesini görüyorsunuz ve sabrınızla yalnız kalıyorsunuz.
İşgalcileri geçerek açılan kapının önünde durdum her yer birden sessizliğe büründü.
Yağmura karıştı gözyaşlarım. Çaresizlik nedir? İşte o zaman anladım. Rabbim daha
büyük deyip Mescid-i Aksamızın soğuk suyunda abdestimi aldım. Elimi yıkarken
elimden çıkan buhardan soğukluğunu siz anlayın. Ama hissetmiyorum öyle
kapıdan geçtim ki içimdeki ateşe yaklaşamıyordu bile. Namazı kıldıktan sonra dedemden miras kalan avluda sohbet etmeyi , hal hatır sormayı bir alışkanlık haline getirmiştim . Sahi bizi burada toplayan neydi? Selam vermeye başladım. Öğlene kadar Kubbet-ül Sahra etrafında zaman geçirmeyi düşünüyorum. Kalacak yer ayarlamamıştım. Benimde Filistinli bir insanın yaşadığını yaşamam gerekiyordu. Birçok otel, bir çok kalacak yerin zaten bizleri görünce maddi sıkıntı yaşatmıyorlardı. Ama biz turist değildik. Bu benim ikinci gidişimdi artık ben buralı olmam gerekiyordu. Yaşanan zulmü, yapılan işgali görmem, yaşamam gerekiyordu. Kimseye yapacaklarımdan, düşüncelerimden bahsedemiyordum. Çünkü tehlikeli diyeceklerdi ve vazgeçirmek için her yolu deneyeceklerdi. Sahi bizim tehlikeli dediğimiz hayatı her gün yaşayanlar kimlerdi?
Dualara amin denildikçe kalabalık artmaya başladı. Sohbet esnasında Türkiye'den gelen arkadaşlarımız ağabeylerimiz vardı, Filistinli Abdullah amca bizi görünce duygulandı ve sıkı sıkıya sarıldı bizlere. Bir sene evvel avluda tanışmıştık. Elinde termosu ile avluda bulunanlara kahve dağıtıyordu. Bizleri ilk defa gördüğünden hemen yanımıza oturtmuş farklı yüzler görmenin mutluluğuyla isimlerimizi zikrederken uzatıyordu "Aliiii Yunnuss Ahmeet"
Bu seslenişini unutmak mümkün mü? Bizi içten çağırıyordu. Biz kimdik?
Kahvemizi yudumlarken, sohbete dalıyorduk. Tabii içimizde utanç duygusu beliriyordu. İki Müslüman başka bir dinden olan topluluğun diliyle anlaşmaya konuşmaya çalışıyordu. Bu da bize yeterdi!
Yarın inşallah görüşürüz deyip ayrılırken Abdullah amca "yarın öğle namazından sonra sizi alacam bir yere gitmeyin" telkininde bulundu. Tam anlam veremediysek te "tabi" diyerek teklifi geri çevirmedik.
Saat kavramı yoktu namaz vakti vardı. Neyi kaybetmişiz daha iyi anlamaya başlıyordum. Heyecanla namazımı eda edip çıktık avluya. Abdullah amca gülerek aliii diye seslendi hemen yanına gidip toplanılamaya başladık. Bize Kudüs'ü gezdirmişti. Borçluyduk Abdullah amcaya. Bunca yıkımın içinde bize Kudüs'ü gezdiriyordu. Onun için hayati tehlike taşıyan bir gezi. İnsan olmayanlara bir bahaneydi. Ne işi vardı bu kadar Türk"ün onun yanında? Bu bahane yeterdi. Abdullah amca hiç düşünmüyordu, gideceğim makam şerefli bir makamdı. Bizi de zaten zeytin dağına çıkartmış Kudüs'ü izliyorduk. Öyle hüzün kaplamış, sağını solunu karanlık sarmış. Bizimde Abdullah amcaya bir şeyler yapmamız gerekiyordu. Herkes üzerinde olan bir hatırayı zorla bıraktı Abdullah amcaya. Bıraktı çünkü almayacaktı. Bir daha göremeyiz diye hatıraydı. Tabi bir sene sonra tekrar yolumun düşeceğini hayal bile etmiyordum.
Adımı unutmamış tekrar tekrar Aliii Alli diye sesleniyordu.
Sırayla sormaya başladı nerede kalacaksınız? Herkes yer ayarlamış soru sırası bana
geldi no home no hotel diyebildim. Amca “My home”. “seven o clock, see you later” dedi. Kader miydi? bu yaşadıklarım anlam
veremiyordum. Eğer havalimanından 1 saat geç gelsem hayalini kurduğum gözlemlemeyi yapamayacaktım. Bir günü geçmişti uykusuzluğum. İstanbul’da trafikte, havalimanında
beklerken ki telaşlar yorgun düşürmüştü. Dışarının soğuk olmasından dolayı
Mescidi Aksa içinde bulunan bir Hz. Ömer camisinde uyumaya karar verdim.
Çantamı yastık yaptım, atkımı üstümü örttüm. Biraz üşümüştüm ama uyuduğum
yerin verdiği huzur anlatılamayacak kadar derindi. Uyandığımda, bir yanda
temizlik başlamıştı, bir yanda kuran okunuyordu. Abdest almak için avluya
çıktığımda Türkiye'den gelen arkadaşlarla karşılaştım. Abdesti alıp bir ağacın
yanında hasbihal etmeye başladık. Ülkende yaşarken memleketlini, farklı bir
coğrafyada bulunurken ise yurttaşını görmek; insanı mutlu ediyor.
Türkleri gördükçe sevinmeye, cesaretlenmeye başlıyorum. Sohbette ikindi
namazından sonra İmad amcanın dükkânda buluşma kararı alıyoruz. Kim bu İmad Ebu amca bilir misiniz?
Daha evvel geldiğimde tanışmıştık İmad amcayla. Kudüs sokaklarında bile isteye kaybolurdum. Kaybolurum desem de yanlış anlaşılmasın netice kıblem belliydi. Bu kayboluşlar kendimle buluşmaydı aslında. Her köşede bizden izler, her köşede bizi bekleyen gözler. Ne tesadüftür ki aynı duyguyu balkanlarda yaşamıştım. Makedonya'da bir camii imamının sözü çınlıyordu kulaklarımda "Nerde kaldınız ben ölmeden gelecek misiniz? Buralar sizin artık gelin." Halbuki bizler ülkemizde bir iş bulma, para kazanma telaşındaydık. Ne istiyordu bu insanlar bizden. Sinirlenip kendime soruyordum "Yahu biz kimiz?" Tam kendimle kavgaya tutuşmuş ağır ağır kaldırımlarda yürüyerek surların dışına doğru çıkıyordum, birden karşımda cehennem tabakaları belirmiş biri yanındakine "çekil bu Türk" dedi. Gözlerinde kin ve öfke ile yanımdan hızlıca çekip gitti. Sorunun cevabını bulmuştum. Aslında haklı çıkmıştı Ebulfez Elçibey. Ne demişti bizlere "sen Türk olduğunu unutsan da düşman asla unutmaz". İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur derler. Aslında biraz atalarımızın, bilgelerimizin sözlerine kulak mı versek?
Dede Korkut derki "oğuzun uykusu derin olur bıçak kemiğe dayanmadan uyanmaz". Bu sözleri bile idrak edemeyecek kadar uyuyormuşuz. En azından karışımızdakiler bizi uyandırmaya çalışıyor!
İmad amca beklemesin zaten çok beklettik. Tarihi taşlar ile yapılmış duvarlar, duvarların alt kısmına eskiden muhtemelen hayvanlarını, eşyalarını koydukları ufak yerleri Çin den gelen eşyalarla süslemiş ve bir dükkan haline getirmişler. Bu dükkânların üstünde evler ve evleri satmamaya direnen insanlar. Ağır ağır ilerlerken Türk çayı yazan bir dükkâna giriyorum. Sağımda Erzurum spor atkısı karşımda Türk bayrakları diğer yanımda Osmanlı elbisesi ve kavuk görüyorum.
Çay ocağının arkasından hoş geldin geldiniz sesi geliyor. Kafam karışıyor Türkçe mi dedi acaba diye.
Hemen çay ocağından ayrılıp yanıma geliyor. Sanki yıllardır görmediği bir akrabasıyım gibi bildiği Türkçe kelimelerle samimiyetini göstermeye çalışıyor. Oysaki hoş geldin demesiyle bile o samimiyetini hissetmiştim. İnsan insanı bir kelimesiyle anlar mıydı? Türkiye'de bir çok şehri bildiği için ismimi öğrenmesinden sonra geldiğim şehri soruyor gittiği yerleri anlatıyordu bense şaşkınlık içinde dinliyordum.
Tabi şaşkınlık bitince durur muyum İmad Ebu amcayla yine iman gücüyle
sohbete koyuluyorum ve çaylar geliyor. Bu arada çayların üstüne nane yaprağı koyuyorlar ilk başta biraz yadırgadım ama alıştım kısa sürede.
İmad amca, dükkânın içini gezdiriyor.
Dükkânın iç kısmında bir yer dikkatimi çekiyor. İmad amcaya sorduğumda ise
aldığım yanıt çok şaşırtıyor. Bu dükkâna İsrail tarafında 24 milyon dolar ve
Amerika da bir ev verildiğini ve dikkatimi çeken yerin tünel olduğunu o
tünelden dolayı bu kadar para verildiğini söylüyor. Dükkânın Türkiye İş Birliği
Koordinasyon Ajanslığı (TİKA) tarafından restore edildiğini öğrendiğimde ise ayrı
bir gurur duyuyorum. TİKA’nın restore ettiği yerlerde ambleminin olması
gerektiğini bildiğim için soruyorum neden burada böyle bir amblem yok? İmad Ebu
“burada eğer amblemi açık bir şekilde gösterirsek İsrail görevlileri başka nedenler
bularak bizi para cezasına çarptırıyor. Bizde örtü ile kapatıyoruz. Sadece
Türkiye’den gelen misafirlere gösterebiliyoruz.” diyor ve ekliyor burası hep sizin
ve sizin kalacak, bizi burada yalnız bırakmayın.
Aslında Türkiye de haberleri takip eden kardeşlerim bilir. Kudüs'te 24 milyon dolara dükkanını Yahudilere satamayan kişi olarak bilinir. Ha bu arada dükkânda bir süre sonra kendi çayınızı kendiniz demliyorsunuz. Yabancı bir turist gelirse siz ilgileniyorsunuz. İmad amca dükkâna giren Türk'e burası senin artık diyor. O kadar güveniyor ki dükkânda İmad amcayı anca akşam saatlerinde görüyorduk. Yahudilerin paha biçemediği dükkana. İçerde çaylar demleniyor masalar düzenleniyor turistler ağırlanıyor. Hiç bir görevlendirme verilmiyor fakat herkes bir çaba içine giriyor. Türkler burada toplanıp, burada gidilecek yapılacak günlük planlarını yapıyor.
İlk tanışmamız böyle olmuştu. Ayrılırken belki bir daha gelemem diye not defterime hatıra kalsın diye içinden geçenleri yazdırmıştım. Nasip ile tekrar gelmiştim. Bu sefer daha kalabalık çok sayıda arkadaşlarımız abilerimiz gelmişti. Hemen toplanıp gidilecek yerler ziyaret edilecek makamların sıralaması yapıldı. Daha önce çok sayıda gelmiş birini rehber seçip şam kapısına doğru yol aldık. Şam kapısından çıkarken bir tarafımızda İsrail askerleri bir tarafta gazeteciler. Derin bir nefes alıp yolumuza devam ediyoruz. Hemen çıktıktan 100metre sonra otobüs ve tramvay durakları bulunuyor. Burada rehber olarak seçtiğimiz mesut abi Filistinli şoförlere durumumuzu anlatıyor. Şoförlerden biri siz yerleri söyleyin ben sizle geleyim geri gelirken de sizi getiriyim fikrini sunuyor. İşlerimizi kolaylaştıracağından dolayı olduğu için tereddüt etmeden otobüsü ziyaretlerimiz için kiralıyoruz. Bir önceki gelişimde sayımız az olduğu için yerel halkın bindiği otobüsle gitmiştik oradaki gözlemlerimde şu şekildeydi:
Kudüs’ten ayrılıp başka bir şehre gitmek için yola koyuluyoruz.
Kudüs’ten biraz mesafe gittikten sonra pasaport ve kimlik kontrolleri
yapılıyor. Kontrolü ise bilerek zayıf ve kısa boylu sonradan Yahudiliği tercih etmiş kişilere yaptırıyorlar.
Filistinliler iniyor, turistler kalıyor. Yaşlılar dahi inmesi istenirken, Filistinli olan kimseye
müsemma gösterilmiyor. Filistinliler bu aramanın anlamını; “Biz sizi en zayıf
insanlarımıza aratırız” şeklinde olduğunu belirtiyor. Bu kontrolde pasaportumu
uzattığımda “ay yıldızı” gören İsrail askerlerinin yüz ifadeleri birden değişiyor ve
pasaportu kontrol ettikten sonra sert bir tavırla geri uzatıyor. Bu kontrollerde Turist
olduğumuz için bizi otobüsten indirmiyorlar fakat Filistinli öğrencileri indirip
arama yapıyorlar. Önce aşağıya inmeleri isteniyor ama öğrenci aşağıya indikten
sonra İsrail askerleri kontrole kasıtlı olarak geç yapıp öğrencileri dakikalarca
bekletiyorlar. Bu kontrolde izin belgesi yoksa vay haline. Her gün bu kontrolden iki
kere geçip okullarına gidiyorlar. Kendi ülkelerinde başka askerler tarafından
aranmanın ne kadar zor bir durum olduğu, Filistinli çocukların gözlerindeki
öfkeden anlaşılıyor. Filistinlilerin yaşanılan işgale isyanı olarak dile getirdikleri;
“Ülkenizin aslanlarını öldürmeyin. Düşmanlarınızın köpeklerine yem olursunuz”
sözü nasihat olarak aklımızın bir köşesinde bulunmalı. Ülkemizin ve devletimizin
önemini anlamalıyız. Yoksa bir gün sıra bize de gelecek…deyip yazımı sonlandırmıştım.
Ülkemizin bir çok şehrinden gelen insanlarla bir yandan tanışıyor bir yandan dertleniyorduk. Camlarda ilerleyen hayatlara dalıp gidiyorduk. Ve ilk durağımız olan İsrail askerinin olmadığı tek şehir Beytül Lahm e ulaşıyorduk.
Sokaklarda Filistinli polisleri görmek bizleri bile ne kadar mutlu ediyor. İnsanların yüzlerindeki huzuru fark etmemek mümkün değil. Büyük bir çoğunlukla, Hristiyan ve Müslümanların yaşadığı ve
İsrail zulmünün en az yaşandığı şehir. Cami ve kiliseler yan yana. Bir yanda ayin
töreni bir yanda ezan sesi. Pazarlar kurulmuş insanlar bir yanda alışveriş yapıyor bir yanda sohbet ediyor. Hayatın olağan akışını görmek şaşırtıyor. Geçmişte ingilizlere kullanılan söz aklıma geliyor Bir suda iki balık kavga ediyorsa oradan beş dakika önce uzun bacaklı bir İngiliz geçmiştir. İngilizler kavga ettiriyordu bunlar yok ediyor.
İsrail burada da bu huzurlu ortamı bozmak için
elinden geleni yapıyor. Filistinlerin “utanç duvarı” dedikleri bir duvar örerek, Batı
Şeria daki Filistin topraklarını ayırıyor. İsrail neden bu duvarı ördüğünü ise
Filistinli intihar bombacılarına karşı önlem olarak inşa ettiklerini söylüyorlar ve
şehri ikiye bölüyorlar. Berlin duvarına benzetilen bu duvara Filistinliler “Irkçı
duvar, utanç duvarı; olarak adlandırılıyor. İsrail tarafından ise Anti-terörist duvar
(güvenlik duvarı)olarak isimlendiriliyor. İsrail devleti tarafından ikiye bölünmüş
8 metre yüksekliğinde 760 kilometre uzunluğunda olan duvar, televizyonlara,
haberle konu olan bir yer. Ünlü karikatüristlerin utanç duvarına zulmü anlatmak
için, karikatürlerin çizildiği ve turistlerin uğrak yeri. Her sokak muhteşem şekilde
boyanmış. Şehrin bir tarafında huzur varken, bir tarafta biber gazı kapsülleri,
bomba izleri. Hz. Ömer camiinde ikindiyi kılıp oradaki mazlum halk ile hasbihal ediyoruz. Tekrar tekrar insanların bize bakıp bizi ne kadar büyük önemli bir topluluk gördüklerini anlatmak istemiyorum. Tekrar buradan ayrılıyoruz. Yollar gittikçe savaş filmlerdeki savaş sahnelerine dönüyor. Yıkılmış yıkılmaya yüz tutmuş evler, topraklar içinde oynayan çocuklar. Gittiğimiz yer El Halil kenti. Şehre girebilmek için öncelikle turnikelerden oluşan etrafı ağır silahla donatılmış 20 li yaşlarda korkak genellikle Türkçe bilen askelerin kontrolünden geçiyorsunuz. Türkçe biliyorlar derken aksanlı ve akıcı öğrenilmiş bir Türkçe. Bu bile başlı başına bir tuhaflık ama her neyse. El Halil; 400 Yahudi’nin, 250 bin nüfuslu şehri işgal ettiği bir yer. 400 Yahudi’ye silah taşıma
yetkisi verilmiş. El Halil kentinin caddelerinin bir yanından bomba sesleri gelir, bir yanda
ambulans sesleri. Öğlen vakti olmasına rağmen İsrail askerleri dükkânları kapattırıyor, sıkıysa
kapatma. Halk işgal altında, zorbalık altında yaşamına devam ediyor. Canları nasıl isterse öyle davranan dükkanların üzerine çöp atan israil askerleri buna karışılık verirsen birden toplanıp hem darp edip hemde sürükleyerek götürüyorlar. En ufak bir itirazda bir söylemde Sokakta birden zırflı araçlar aracın etrafında onlarca asker tabi onlar gelmeden önce nerden geldiği belli olmayan biber gazları çocukların bağrışmaları figanları..
El Halil’de Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz.
Yakup’un eşleriyle birlikte medfun bulunduğu, işgal altındaki Hz. İbrahim Cami işgalin
bitmesini bekliyor. 1994 yılında Amerikalı bir Yahudi’nin namaz kılan 84 Müslüman’ı şehit
etmesinin ardından yarısının Sinagoga çevrildiği bir yer. Cami öyle bir yerden bölünmüş ki
imamın her namaz vaktinde Sinagog tarafında kalan minareye çıkabilmek için İsrail
Devletinden izin alması gerekiyor.
Bir yan da bomba sesleri bir yanda ambulans sesleri. Arabalar her tarafından hasarlı, evlerin camları kırık ve sokakta silah
sesleri. Ama bunlardan öte bir görüntü var ki her şeyi unutturuyor. Silah seslerini bastıran
çocuk sesleri. Her şeye inat oyunlar oynayan çocuklar. Kontrol noktalarından geçip, çocuklar
için yardımlara bu çocuklar için eğitim yeri yapan bir yeri ziyaret ediyoruz. Bir yaşam mücadelesi nedir,
nasıl zulme karşı durulur onu görüyorum. 30 Yaşlarında bir genç, kendi çabalarıyla, tek
başına İsrail’e karşı duruyor ve Filistinli çocuklara hala ümidin olduğunu göstermeye
çalışıyor. Okul üç kattan oluşuyor. Kısıtlı imkanlardan dolayı birkaç odanın iç düzenlemesi
yapılmış. Kalan odalar sıvasız gelen her yardımla bir tarafı örülüp kapatılıyor. Bizi gördügünde sevinç ve mutluluğu yerinde durdurmuyordu. Arımızda biri tercümanlık yapıyordu ama biz ne demeye çalıştığını yüzünden anlıyorduk. Heyecanla binayı gösterdikten sonra anlatmaya başlıyor; "Öncelikle geldiğiniz için
teşekkür ederim. Buraya gelerek bizlere güç katıyorsunuz ve bizi mutlu ediyorsunuz. Biz
burada bir eğitim yeri yaparak çocuklara, gençlere Allah rızası için faydalı olmaya
çalışıyoruz. Yardımlar sayesinde güzel işler yaptık.
Bu bölgeden çıkamıyorum. İsrail tarafından kara listeye alındım. Eğer çıkarsam
tutuklanacağım. Bu yüzden siz Türklerin buraya gelmesi beni çok mutlu ediyor. Başta bizi
Dünyaya tanıtan Erdoğan’a sonra sizlere teşekkür ediyorum.” Göz yaşını tutamıyor, gök
yüzünün maviliğine bakıp dalıp gidiyor. Daha bir çok şey anlattı fakat tahammül edemiyorduk. Hüzünlü başı eğik ayırılıyorduk. Çaresizliğe bizden birilerini bırakıp Kudüs’e geçiyoruz.
.
Dünyanın Bir Numaralı Lideri
Türkiye sevgisini sokaklarda, dükkânlarda ve çoğu yerde görmek mümkün.
Dükkânlarda alışveriş yaparken önce Müslümanım derseniz pazarlık
yapabiliyorsunuz, hemen ardından Türk’üz derseniz pazarlığa gerek kalmadan
indirim yapılıyor. Türk olduğunuzu anlayan esnaflar çay, kahve veya dükkânında
bulunan bir hediyelik eşyayı karşılık almaksızın armağan ediyor. Dükkanların
önünden geçerken bir tabelada Türk bayrağı ve AK parti sembolü görüyorum ve
tam incelerken bir ses “Hoş geldiniz kardeşlerim” Şaşkınlık içinde içeri girdiğimde
hemen çay ikramı yapıldı. Eşi ile giyim dükkânında çalışan ağabey “Burası sizin
dükkânınız, biz sizleri çok seviyoruz. Liderinizi çok seviyoruz. Dünyanın bir
numaralı lideri, Maşallah. Allah ona güç versin. Erdoğan aynı Abdülhamit aynı”
diyerek duygularını aktarıyor.
Ülkenizin Aslanlarını Öldürmeyin
Kudüs’ten ayrılıp başka bir şehre gitmek için yola koyuluyorum. Otobüse binip
Kudüs’ten biraz mesafe gittikten sonra pasaport ve kimlik kontrolleri
yapılıyor. Kontrolü ise bilerek zayıf ve kısa boylu sonradan Yahudiliği tercih etmiş kişilere yaptırıyorlar.
Filistinliler iniyor, turistler kalıyor. Yaşlılar dahi inmesi istenirken, Filistinli olan kimseye
müsemma gösterilmiyor. Filistinliler bu aramanın anlamını; “Biz sizi en zayıf
insanlarımıza aratırız” şeklinde olduğunu belirtiyor. Bu kontrolde pasaportumu
uzattığımda “ay yıldızı” gören İsrail askerlerinin yüz ifadeleri birden değişiyor ve
pasaportu kontrol ettikten sonra sert bir tavırla geri uzatıyor. Bu kontrollerde Turist
olduğumuz için bizi otobüsten indirmiyorlar fakat Filistinli öğrencileri indirip
arama yapıyorlar. Önce aşağıya inmeleri isteniyor ama öğrenci aşağıya indikten
sonra İsrail askerleri kontrole kasıtlı olarak geç yapıp öğrencileri dakikalarca
bekletiyorlar. Bu kontrolde izin belgesi yoksa vay haline. Her gün bu kontrolden iki
kere geçip okullarına gidiyorlar. Kendi ülkelerinde başka askerler tarafından
aranmanın ne kadar zor bir durum olduğu, Filistinli çocukların gözlerindeki
öfkeden anlaşılıyor. Filistinlilerin yaşanılan işgale isyanı olarak dile getirdikleri;
“Ülkenizin aslanlarını öldürmeyin. Düşmanlarınızın köpeklerine yem olursunuz”
sözü nasihat olarak aklımızın bir köşesinde bulunmalı. Ülkemizin ve devletimizin
önemini anlamalıyız. Yoksa bir gün sıra bize de gelecek…
-----
Kıble mescidinde Yatsı namazını eda ettikten sonra yaşanmışlıkları gözlemliyorum
ve derin bir iç çekerek dışarı çıkıyorum. Namaz bittikten sonra fazla bekleme
şansımız olmuyor. Mescdi Aksa Yahudilerin denetiminde olduğu için yatsı
namazından bir süre sonra Mescide Aksanın kapıları kapatılıyor sabah namazından kısa bir süre önce açılıyor. Mescide Aksa aslında orada bulunan avlu diyebileceğimiz bir alan. Bu alana Osmanlı padişahları geldiğinde kendilerine bir namaz kılma alanı yaptırmış. Bu alan yerden 1 metre yükseklikte 10 11 metre kare alanı kapsayan ve taşlarla örülmüş bir minberden oluşmakta . Avlu diye hitap ediyorum çünkü içinde Kubbe-tül Sahra, Hz Ömer mescidi, kütüphane ve bir çok tarihi kalıntı bulunmakta. Burada sakal kesmek dahi yasak. Müslümanlık için kutsal kabul edilen çok önemli bir yer.
Sabah
namazından akşam namazına kadar Müslüman görevliler tarafından iç kontrolü
sağlanıyor. Fakat dış kontrol, tarihi dokuz kapının giriş çıkışları İsrail askerleri
tarafından kontrol edilmekte. Bu nedenle biraz daha hızlı davranarak Kıble
mescidinden ayırlıyorum. Karşımda, Abdullah amca. Yüzümde bir tebessüm,
içimde bir huzur beliriyor. Geleceğini bilmeme rağmen karşımda görünce
şaşırıyorum. Selamlaştıktan sonra yola koyuluyoruz. Bundan bir sene önce
geldiğimde tesadüfen tanışmıştık. Sabah çayını içmeye gitmiştik. O zaman farklı
yerden gittiğim için evine ilk defa mescidi aksadan gidecektim. Önce Silsile
kapısından çıktık taştan sokaklardan sol tarafa Ağlama Duvarına doğru ilerledik.
Yahudilerinde önemli bir günü olduğu için dini ritüellerini gerçekleştirirken
gördüm. Biraz dalmışım herhalde Arapça gell allii gell sesiyle afallayıp Abdullah
amcanın peşine takıldım. Taş evlerin arkasından merdivenlere oradan Yahudilerin
arasına derken geçen yıl geldiğimiz yola kavuştuk. Yolun karşısına geçip inşaat
halinde olan bir aradan aşağı inip demir bariyerlere kapatılmış olan dar bir yerden
eve ulaştık. Evin balkonunda dona kaldım. Karşımda antik tiyatro vardı. Işık
gösterileri oturduğumuz evin alt kısmından sesler geliyordu. Şaşkınlık içinde olup
biteni anlamaya çalıştım. İçinizden diyorsunuz sorsana Abdullah amcaya diye.
Türkiye ile saat farkını bir saatte anlattım o sırda saat farkı kalmadı. O anıya da
gelecem. Hemen video çekmeye başladım, bu olayın normal olmadığını sadece
sinema olarak düşünülmediğinin farkındaydım ama ne olduğunu soracak bir dil
olmadığından utanarak içeriye doğru yöneldim. İçeri girdim önce sol tarafta odamı
gösterdi Abdullah amca. Şaşkınlık içerisinde kaldım. İnanılmaz bir oda hazırlanmıştı.
Fakat ben orada Türkiye’yi temsil ettiğimi ilerleyen zamanlarda anladım. Çeşit
çeşit içecekler, felafel çorbası, yöresel yemekler, tatlılar. Nereye geldim diyorum ben
bunları hak edecek ne yaptım diyorum. Yemeğe oturmak için işaret ediyor
Abdullah amca tam oturacağım kimse yok mu başka yemek çok diyorum. Önce
misafir sonra evdekiler diyor. Ben yedikten sonra çocukları ve eşi yemek için aşağı
indi. Bizde yan odaya geçip sohbete koyulduk. Dışarıdan bakıldığında tam sohbet gibi görünmese de deniyordum anlamayı anlatmayı. Yanlışlıkla da olsa bir şey anlatıyordum sevinçten
yerimde duramıyordum. Abdullah amca "Çay mı kahve mi?" deyince, yeter ne
oluyoruz dedim kendi kendime. Rüyaysa uyanmamalıyım diye düşünmeye
başladım. Mescidi aksanın karşısında, tarihin ortasında çay mı kahve mi sorusu
geliyor. Ne kadarda teşekkür etsem de, Israr
üzerine çay daha iyi olur diyebiliyorum. Tabi Kudüs manzarası karşısında çay sohbeti sohbet insanı besler diyemiyorum. Arkasından dalından yeni koparılmış meyveler,
hurmalar ve pastalar geliyor. Doydum desem de imkânsız olduğunu anlıyorum,
bari tadına bakayım ayıp olmasın diyorum. Çay olurda sohbet olmaz mı ? Hemen
telefonu elime alıp çeviriye başlıyorum. Kardeşinin İstanbul Cerrah Paşada Doktor
olduğunu, Türkiye'de geldiği görmek istediği yerleri anlatıyor. Tabi bende durumuyum Kırşehirden bahsediyorum bahsediyorum.
Hep gelin, buralar sizin biz misafiriz diyordu Abdullah amca. Sahi bu coğrafyada bizler vardık değil mi?
Kalacağım oda döşenmiş bir tarafıma su bir
tarafıma ısıtıcı konulmuş. Geç kaldığım günler kapıda bekliyor ve hemen
neden geç kaldın Aliii diyerek, beni duygulandırıyor. Yemekten sonra çay ikram
ediyor ve her gün farklı bir meyve, pasta hazırlanıyor. Önce benim ile Abdullah
amca yemek yiyor, sonra biz kalkıyoruz, ailesi yemek yiyor. Abdullah amca bir
rivayete göre yılında İsrail’in yok olacağını, tekrar Osmanlı’nın yani bizlerin
oraya hükmedeceğini söylüyor ve ekliyor, “Burayı boş bırakmayın, gelin, buralar
sizin, biz misafiriz, siz ise buraların sahibi. Evimin altını kazıyorlar ve zorla almaya
çalışıyor. Şimdi gücümüz yetiyor ya ilerde? Buraya gelin ve emanetinize sahip
çıkın.” şeklinde konuşuyor. Her sabah namazına “Aliiii” diyor beni uyandırıyor.
Abdullah amca, ben ve eşi namaza gidiyoruz. Her evden çıkan selam vererek bize
katılıyor. Mescid-i Aksaya gitmemiz içinden Yahudilerin işgal ettiği Burak
Duvarının oradan geçiyoruz. Bizlerle aynı saatte yüzlerce Yahudi ibadete geliyor.
Abdullah amca yaşından dolayı yavaş yürüyor, merdivenlerde durarak gidiyoruz.
Yolda; “Bir daha ne zaman gelirsin?” diyor Abdullah amca bende yakın zamanda
diyorum ve neşesi yerine gelen Abdullah amca cebinden hurma çıkarıp bana
veriyor. Bir yaşam mücadelesi değil bu, bir direniş mücadelesi. Her gün İsrail
askerleri arasından geçip namaza gidiyorlar. Mescid-i Aksayı bir an olsun boş
bırakmıyorlar. Bir ümitle 2 yıl kaldı ya Ali sabredeceğiz inşallah diyerek her gün az
kaldığını dile getiriyor. Duygusal bir hayat öyküsü olarak görülen bu hayat, aslında
ülkende mülteci olmaktan başka bir şey değil. Bir Türk’e koşulsuz güveniyorlar
evini açıyorlar ve her gün yemek yedirmeye çalışıyorlar. Bizden para değil,
yanlarında olmamızı istiyorlar. Bizim için ayrılık vakti geliyor, evimizden ayrılır
gibi bir his, anlatılmak bir hüzün çöküyor. Her ayrılanın gözünde yaş. Sanki
“gitmesek, buraları bu işgalcilerin eline bırakmasak” diyen bir bakışla ayrılıyoruz.
Sabah namazından sonra Hz. Ömer mescidinde beraz kestiriyorum
Kudüs Bizim Midir?
Kudüs sokaklarının her köşesinde İsrail askerlerinin olduğu kontrol noktaları
bulunuyor. Dört bir tarafı işgalci İsrail askerleri tarafından çevrilen mazlum Filistin
halkı, her şeye rağmen hayatın devam ettiğini ve cihadın kıyamete kadar süreceğini
hatırlatıyor insana. Kudüs sokaklarındaki gençlerinin “Umutsuzluk haramdır.” ikazı
bir mermi gibi çakıyor zihnimize. Türk olduğumuzu öğrenenler “Ya Habibi”,
“Ehlen ve Sehlen” diyerek söze başlıyorlar, hemen ardından Erdoğan’ı soruyorlar.
Türk olduğumuzu duyan gençler “Faddal” (buyurun) diyerek bizi sofralarına davet
ediyorlar. Müslüman mahallelerinde
yoksulluğun, işgalin her haline şahit oluyoruz. Ülkemizde Filistinliler “toprak sattı”
diyerek yaratılan algıyı Kudüs’te milyon dolarlara topraklarını Yahudilere satmak
yerine canı pahasına direndiklerini görüyoruz. İşgale ve zulme rağmen “Kudüs
bizimdir!” şiarını dünyaya haykırıyorlar. Sokaklarda ya askerlerle ya da silahlı sivil
Yahudilerle karşılaşıyoruz. Yahudiler, Burak (Ağlama) Duvarı’nın M.Ö. 587
yılında Babiller tarafından yıkılan Süleyman Mabedine ait olduğuna inanıyorlar.
Süleyman Mabedi’ni tekrar inşa ederek dünyaya Kudüs’ten hükmedeceklerine
inanan Yahudiler, birçok noktaya Süleyman Mabedinin resmini ve maketini
yerleştirmişler. Oysa Süleyman Mabedinin orijinal haliyle tekrar inşa edilebilmesi
için Kubbetüs Sahra’nın ve Kıble Mescidi’nin yıkılması gerekiyor. Yahudiler bir
gün Mescidi Aksa’yı yıkacaklarını dünyaya açıkça ilan ediyorlar.
Kıble mescidinde otururken bir çocuk yanıma geliyor. Selam verip yanıma
oturuyor. Tanımıyorum ama yıllardır tanışıyormuşuz gibi hemen konuşmaya
başlıyor pat çat Türkçesi ile “selamun aleyküm, ne yapıyorsun, nasılsın” diyerek
elimi sıkıyor. Sohbet ediyoruz ayrılıyorum. Her gün öğle vakti yanıma geliyor
sarılıyor. Merak ediyorum kim bu çocuk neden bu kadar bizleri seviyor?
Babasının El-Halil’de şehit olduğunu öğreniyor ve ailesinin Türklerin yanında ol,
Türkler bizim kardeşlerimiz sözlerinden yola çıkarak bize, bizlere sarılarak, umutla
bakarak ve bize şekerler, yemekler getirerek o yaşta yanımızda olmaya çalışıyor.
“Selamun aleyküm Türkçe, Selamun aleyküm, Filistin Türkçe kardeş” diyor o
güzel Türkçesiyle. Ruhumu aydınlatan söz akılama geliyor; “Yeter ki sen umut ol,
fidanlar elbette yeşerir”
Toplumumuzda Arapların hepsinin ülkesini satacağı ve onların güvenilmez olduğu
algısı oluşturularak, Filistinli kardeşlerimizin yaşadığı bu zulmü hak ettiklerini,
topraklarını satmasalardı diyerek susuluyor. Fakat dinimizde zulme sessiz kalmanın
cezasının ne olduğunu bilmiyoruz. Bir yanda Doğu Türkistan, bir yanda Kudüs, bir
yanda Arakan yanarken biz hala hak ediyorlar ya da elimizden ne gelir diyerek
kendimizi kandırmaya çalışıyoruz. Peygamber efendimizin “Zulme sessiz kalan
dilsiz şeytandır” sözünü hiçe sayıyoruz. Bu ayıp bizi yetecek ve tarihe geçecek.
Sabah Abdullah amca namaza kaldırıyor. Hazırlanıp mescide aksaya doğru çıkıyoruz. Komşular uyanıyor bize katılıyor hal hatır sorulup yavaş adımlarla hemen yakınımızda olan mescide aksanın yahudilerin bulunduğu burak duvarırnın oludğu taraftan girip namazımı eda ediyoruz. Abdullah amca sabah kahvaltıya çağırsada teşekkür edip mescide aksada bir köşe bulun düşüncelere dalıyorum. Gördüklerimden sonra kendime kızıyorum bizlere kızıyorum. saatler geçiyor imad amcanın dükkanına doğru gidiyorum. Türkiyeden gelenler toplanıyor kahvaltı yapıyoruz. Yeni bir ziyaret planı yapıp önce Ramallaha arkasından Hz Musa mescidine arkasından Ürdün nehrine ve ölü denizi görmeyi öğle namazından sonra buluşup hareket etmeyi konuşuyoruz. Namazdan toplanıp şam kapısına doğru çıkıyoruz. Oradan otobüs durağında ramallah otobüsüne binip gidiyoruz. İndiğimizde yine tozlar işinde, yokluk içinde yaşam mücadelesini görüyoruz. Orada tekrar yapacağımız yolculuk için taksi dolmuşlar ile görüşmeye başlıyoruz. Kalabalık olduğumuz için iki taksi dolmuş ile anlaşıyoruz. Fakat yine şöförler eğer israil çevirmesinde durdurulursak geri gönderilebiliriz. Ramallahdan çıkışa o günkü durumları karar veriyor diyor. Müslüman coğrafyasınada müslüman topraklarında yaşadıklarımız bizi her geçen gün kendimizle kavga etmemize neden oluyor. Çıkıyoruz yola önden giden araç telsiz ile bizi bilgilendiriyor evet şuanda çevirme olmadı evet şuan bir sorun çıkarmadılar en son büyük bir israil polislerinin şehrin dışına kurduğu bariyerli çevirmeyi görüyoruz. Öndeki araç söförü korkuyla yavaşlayor bizim arabadada sesizlik hakimleşiyor. Sessizlik gerginlik bir biriyle yarışıyor. Yahudiden insaf bekliyoruz. Bu acizlikde bize yetiyor. öndeki araca bakmıyorlar bizde geçiyoruz şöför derin bir nefes alıyor. Herhalde mutlu günlerine denk geldik diye düşünüyoruz. Oradan Hz Ömer mescidene varıyoruz. çölün ortasında ucsuz bucaksız bir yerde medrese şeklinde yapılmış çölde adeta bir vaha gibi gözüküyor. Etrafında bir kaç ağaç agacın gölgesinde bir kaç Turistler için develer. İçeri giriyoruz yine bizden izler yine bizler. Ama bu bizler kimler. İçerde tadilat çalışmaları ve Tika"nın loğosu. Restore edenlere selam veriyoruz. Gelen selam Türkçe aksanıyla. Yüzümüzde gülümseme oluşuyor. Tabi hemen sohbetler açılıyor. Nasılsınız, napıyorsunuz nerelisiniz... Ucsuz bucaksız bir çöylediyiz. Dualarımızı edip Lut Gölünü(ölü deniz) görmeye gidiyoruz. Lut gölü, doğuda Ürdün batıda İsrail ve Batı Şeria ile sınırlanmış bir Tuz gölüdür Yüzeyi ve kıyıları, dünyanın er düşük rakımlı deniz seviyesinden daha derindedir.
..... Buradanda ayrılıp ürdün nehrine geçiyoruz. Burası Şeria Nehri ya da Ürdün Nehri veya Erden Nehri, Orta Doğu'da Büyük Rift Vadisi boyunca akan ve Lût Gölü'ne dökülen 251 km uzunluğunda bir nehir. Özelliği, Hazreti İsa'nın Yahya tarafından burada vaftiz edildiğine inanılması nedeniyle Hristiyanlıkta önemli bir hac merkezi olması. Nehrin hemen karşısında kliseler ve Ürdün askerleri gözüküyor. Bulunduğumuz tarafta israil askerleri uzun namlulu silahlarla sürekli devriye atıyorlar.
Turistik bir yer olarak tasarlandığı ilk gördügünüz zaman anlıyorsun. Her yer düzen içinde bir kaç insan Hristiyanlar için beyaz renkte uzun bir elbise satıyor. Bunu alan hristiyanlar geldikleri rahiplerle önce dualar edip bir su ve ekmeğe benzer bir şeyleri sırayla duaya eşlik edenlere veriyor. Hemen sonra nehre iniyorlar. Nehire ağaçdan bir iskele iskeleye bir mervdiven yapılmış. Bu merdivenden günah çıkartmaya iniyorlar. Su çok derin olmadığından rahip günah çıkarmak isteeyen kişiyi önce vaftiz ediyor sonra suya yatmasını istiyor o sırada rahip günah çıkarılan kişinin kafasına nehirden aldığı suyla dokunuyor ve dua ediyor. Bir diğer gurupda ise nehre inmeden sadece rahip suyu alıp arınmak isteyen kişiye 3 kere nehirden su alıp kafasına dokunuyor. Arınma bittikten sonra oval şekilde bir birlerinin ellerinden tutup dualar ve ilahiler okuyorlar. Farklı bir yaşam farklı bir kültür görmek bizleride şaşırtıyor. Burada ayrılım tekrar evimize Kudüse dönüyoruz.
Abdullah amca ile akşam otururken hamse arkadaş inşallah akşam vakti yemek demişti. Aklımdan çıkmadan hemen yanımdaki kişileri davet ettim. Yunus abi Ahmet abdulkadir gelebileceğini söyleyince bende mutlu olmuştum. Diger arkadaşların başka planları olduğu için onlar gelememişti. Evime davet ediyor gibi hissetmiştim. Yatsı namazından sonra avluda buluşmaya karar verip. Ahmetle Mescidi aksa içinde bulunan tarihi yerleri gözlemliyorduk. Hz. Ömer mecsidinin hemen yanında bir kütüphane gördük hemen içine girip tek tek kitaplara baktık. Hemen bana bakıyor ben ahmete yine şaşkınlık içinde kaldım. Osmanlı döneminde gönderilmiş kitaplar, cumhuriyet döneminde gönderilmiş bizden eserler. Türkiye de bile bulma şansımızın olacağını düşünmediğim tozlu raflarda bizim eserlerimiz. İşgalciler nasıl bunları görmemiş hayret içinde kalmıştım. Oradan çıkıp surların etrafında gezindim. O arada çocukların top oynadığını görüp hemen bir maç yapalım dedik. Biz bize top oynadık. Çocuklar sevindi biz daha mutlu olduk. Akşam ezanına doğru ayrıldık namazı eda edip bir ağacın altında bir gün bu yazıyı belki bütün haline getiririm diye notlar alıyordum. Yazıyordum yazmasınada içimi yakan manzarayı tekrar yazmak sürekli sayfa değiştirtiyordu. Vakit hızlı geçmişti yatsı namazından sonra buluşup Arkadaşları evime götürüyordum. Ağlama duvarının yanından, yahudilerin bulunduğu yerlerden geçerek gidiyorduk. her gün bir kutlama bir eğlence yapıyorlardı. Surlardan geçip kazı çalışmaları yaptıkları için karanlık dar alanlardan götürüyordum. Müslümanlara eziyet olsun diye ne yol ne ışık bırakmışlardı. Eve gelince zile bastım abdullah amca kapıyı açtı. Yanımdakileri görünce kardaşş diye bağırıyordu. Beni hemen çekti yanına sen karşıla dedi. Netice ev sahibi olmuştuk. Yemekler hazırlanmış türlü türlü içecekler konulmuş. Abdullah amca sevinçten sürekli birşeyler vermeye çalışıyordu. Yan odaya geçip sohbete başladık. Bu seferde çaylar gidiyor kahveler geliyor her çeşit meyve geliyor pasta geliyor. Arkadaşlar şaşırıyor. Abdullah amca buralar sizin desede arkadaşlar şaşkınlık içinde utanıyorlar. Sohbet sohbeti açıyor. Arkadaşları uğurluyorum. Kudusde son 2 günüm kaldığı aklıma geliyor kalbim daralıyor. Gitsen bir türlü kalsan diyorum. Artık başka yerlere gitmek yerine kudüsde zaman geçiriyorum. Abdullah amcanın kendine ait bir dükkanı var. Hali vakti yerindede olsa zülme dayanmakta zorlandığını görmek içimi parçalıyor. Sabahları ricada bulunuyor İsrail askerleriyle uğraşma seni anlıyorum. Dayanamıyorsun fakat sen gidince bize eziyet ediyorlar diyor. Sessiz kalıp kalbimden buğuz edebiliyorum. Günü mescidi aksa içinde geçiriyorum. Her yeri bir daha ziyaret ediyorum. Her yere son bir daha bakıyorum.
Abdullah amca yatsıya gelemeyeceğini sen evi artık biliyorsun gelirsin diyor. Son yatsı namazını kilip gidiyorum. Abdullah amcada hüzünle karşılıyor. Ne onun elinden birşey geliyor ne benim. Çaydanlık yanımızda ne o içebiliyor ne ben. Diyorum inşallah evlenip gelecem sana gelininle el öpmeye gelecez. Biraz olsada gülüyor. Türkiyeden bir şeyler istemesini yolum düşerse unutmayacagımı sözünü veriyorum. Hüzünle odadan uyumaya gidiyorum. Nasıl uyuyacaksam. Vatanıma dönerken bu içimdedeki hüzün neydi? Neydi bu içimi parçalayan şey? Sabah namazı için abdullah amca uyandırıyor. Sokakta komşularla helaleşiyorum. Mescidi aksaya doğru yürüyoruz. Tabi olay bitermi yine birşeyler olmuş girişler kapanmış. Abdullah amca diger girişten girelim diyor. Diger kapıya doğru gidiyoruz. Diger kapıda olayı öğreniyoruz. İçerde yine bir kardeşimizi şehit etmişler. Olası bir eylem olmasın diye her yeri kontrol altına alana kadar kapatmışlar. Abdullah amcayla helalleşip başka kapılara bakmaya gidiyorum. Günümüzde bu surlar üzerinde 24 burç bulunur ve surların, bir kısmı Mescid-i Aksa'nın kapıları rolü de gören yedi ana kapısı vardır: Amud kapısı, Esbat kapısı, Meğâribe kapısı, Nebi Davud kapısı, Halil kapısı, Sahire kapısı, Yeni kapı.
Bu kapılardan birinin açık olma ihtimali olurda son saatlerimi güzel geçiririm diye bakmak için surların etrafını dolanmaya çıkıyorum. Yolda yürürken genc bir filistinli kardeşim elinde kendinden ağır bir eşya ile yürüyor hemen yükünü bölüşüyorum. Kardeşimi tanımak mutlu ediyor. Dükkan açmaya gittiğini kapıları kapattıkları için çaresiz beklemek yerine başka kapılara bakayım dedim diyor. Çeviri ile bu arada. Biraz yorulup bir başka kapının yakınlarında duran filistinli kardeşlerimin yanında duruyoruz.
Artık bunalıp giriş kapısına gidip sorayım diyorum. İki israil askeri uzun namlulu silahlarıyla 20 li yaşlarda korku ile bana bakıyor. Diyorum içerde eşyam var onlarıda alıp gidecem. İçeri girmem gerekiyor. Biri anlıyor diğeri anlamıyor hemen silahını hazırılayıp vücuduma yaslıyor. Ben her şey olabileceğini anladığımda artık bari son bir şey yapıyım diye düşünüyorum. Saçma fakat artık gördüklerim duyduklarımdan mantıklı düşünemeyecek hale geldiğimin farkında değilim. Hiç korkmuyorum silahı kalbimin üstüne öyle sert bastırmışki tetiği çekmesine gerek kalmayacak biraz daha bastırsa. Ama o an hiç hissetmiyorum. Kafamda kahramanlıklar tasarlayıp bir şeyler yapayım diyorum. Deli cesareti geldiğinin farkında değilim. Haklıyken ülkemide sıkıntıya sokacağımın hiç farkında değilim. Neyse tam bir şeyler yapacagım sırada yardım ettiğim çocuk bu turist ne yapıyorsunuz dedi. O arada silahı geri indiren askerler gitsin buradan demiş. Tabi bende bilinç gitti sinirden burada sadece arkamdan birinin konuştuğunu beni tuttuğunu hatırlıyorum. Bir kaç saat sonra kapı açıldı. İmad amcanın dükkana gidip çay içene kadar kendime gelemedim. Kubbetül sahranın son bir kaç fotoğrafını çekeyim diye yürürken tekrar girişte aramak için başlarında kadın kadının yanında 5 israil polisi çağırıyor. Abdullah amcanın sözü siz gidince bize zulm ediyorlar deyişi benimde o evde kalışım. Sürekli kafamın içinde dönüyor. Tövbe estağfirillah deyip yaklaşıyorum. Hemen ingilizce çatanı aç yok şöyle diyorlar anladığım halde ingilizce bilmediğimi söylüyorum. Tabi buna baya sinir olduklarını görünce dururmuyum. İyice hiç birşey anlamamazlık yapıp kafamı bir sağ bir sola çevriyorum. Kadının yanındaki el kol yapmaya başlıyor gözünün içine sinirle bakınca hemen korkup geri duruyor. Hem korkuyorlar hem eziyet ediyorlar. İnanılmaz bir topluluk. Çantamı açıp içine bakıyorlar. Sonra geri topla diyor bana. Bende anlamıyorum diyorum. İyice sinirlenip çantamı toplayıp geri teslim ediyorlar. O sinirlerini görünce çok rahatlıyorum. Fotoğraflar çekiyorum anıları topluyorum. Geri giderken yine çağırıyorlar benim olduğumu görünce hemen git git diyorlar. Bu bile beni nasıl mutlu ediyor. Oradan herkesle vedalaşıp hüzünle şam kapısından tranvaya binip havalimanına doğru ayrılıyorum. Bir veda değil bu diyorum. Bir veda olamaz.
Öğle namazından sonra yemek yemek için planlar yapıp farklı bir yere gideyim diyor namazı bekliyorum. Namazı kıldıktan sonra kapıya çıkarken biri bana sesleniyor 12 13 yaşlarında buyur diyorum. Abi sana yemek getirdim. Sağ ol diyorum. Yok abi diyor humus getirdim başka arkadaşlarınıda çağır avluda yeriz diyor. İçimden yemeği düşünürken seslimi düşündüm diyorum. Kardeşimizin babası şehit olmuş yetim kalmış. Haberlerdede tanındı aslında Suud Kralınnın filistin ziyaretinde önce yahudilerin bulunduğu yerden geçtini onlara çok destek vermediğini düşündüğü için yüzüne su atan kişiydi bu kardeşimiz. Kubbetül sahranın karşısında bahçede oturduk kareşimin sözüyle Filistin Türkçe kardeş kardeş yemeğimizi yedik. Yöresel yemek hayalim gerçekleşmesi ayrı bir mutluluk olmuştu dostumuza el uzatmamız ayrı bir mutluluk.
Sabah namazından sonra biraz uyamak için hz ömer mescidende bir köşede uzandım. Her halde biraz yaptığımız ziyaretlerden yorgun olacagım ki öğle namazına yakın saate kadar uyumuşum. Ayığıma biri dokununca uyandım. Kırsaçlı kır sakallı amca öğleye bir kaç saat kaldığını abdest al diye uyandırdığını söyledi. Teşekkürlerimi iletip avluya çıktım. Avluda bir kaç kadın ben çağırdı. Buyrun dedim. Bir yardım derneği olduklarını çok sayıda türkün geldiğini bunlarla bir öğle yemeği günü planladıklarını anlattı. Katılmamı ve arkadaşlarımı çağırmamı istediler. Tabi dedim. Yeri soruduğumda İmad amcanın yeri olduğunu söylediler. Namazdan sonra toplanıp gittik masaları düzenledik kekler kısırlar börekler yapılmış. Bizde çayları demledik. Sohbetler ediliyordu yemekler yeniliyordu yenilmesinide. Hepsi dügümleniyordu boğazımıza. Aynı hüzün vardı aynı dert hepimizde. Kapının önünden geçen işgalcileri görünce nasıl huzurlu olabilirsin ki?
Sabah namazından sonra imad amcanın dükkana geliyorum. Arkadaşlar gezinin yorgunluğuyla namazdan sonra otellerinde kalmış. İmad amcanın yerinde mesut abi ve iki kişi daha dükkanı açmış. Gün için hazırlık yapıyorlar. Selam verip hemen bende yardıma geçiyorum. Hazırlık bitince kahvaltı için ne yapabiliriz onu konuşuyoruz.
Mesut Abi müslüman bir kişiye ait otelde dışarıdan da gelip belirli bir ücretle kahvaltı yapılabildiği buraya gitmeyi öneriyor. Ben sabah erken saatlerde çok bir şey yiyemesemde farkılık olsun diye gidelim diyorum. Diger iki arkadaşda onaylıyor. İmad amcanın dükkanı bir arkadaşa emanet edip kahvaltı için bir kaç sokak ilerdeki Haşimi otele gidiyoruz. Otel tarihi taşlarla yapılmış geneli ingiliz turistlerin kaldığı bölgenin en iyi oteli sayıbilecek özelliklere sahip olduğunu gözlemliyorum. Aşagı kata inip kahvaltı için küçük bir kahvaltı tabagı hazırıyorum. Fakat yine içerden bizi tanıyan biri hemen masaya bir çok kahvaltılık getiriyor. Yiyemeyiz desekte doluyor taşıyor masa. Getiren kişi bir gün önce mescidi aksa alının içindeyken israil askerleri ile çok sayıda yahudi halkı baskın veriyor. herkesi sag sola itip alanda tur atıp gövde gösterisi yaptılar. Bu arada içlerinden bazıları taşkınlık çıkarmaya başlayınca hz. ömer mescidinde bulunan güvenlik kapının önüne durup içeriye almadı. Bizde bunu görünce yanında durduk ve geçmelerine izin vermedik. Geçtiklerinde ayakkabı ile girip içeriyi dağıtıyorlar. Sizde bir müdehale de bulunursanız sizi tutuklayabilir veya orada darp edebiliyor. Bunlar yaşanmasında diye o gün yardım etmiştik. Hemen hatırladığı için bize elinden geleni yapmaya çalıştı. Kahvaltıyı yaptıktan sonra otelin manzaralı bir terasına çıkardı. Giderken yediğimiz yiyeceklerin ücretini vermeye çalışsakda hiç imkan vermedi. Bizlerde gittimiz el halil için bu paraları ayırmıştık. Zulmün en üst safada olduğu bölgeye.
Yorumlar
Yorum Gönder