Filistin
Kudüs! Peygamberlerin ayak bastığı, onları bağrına basan, İslam’ın ilk kıblesi ve miracın ilk menzili mukaddes şehir. Müslümanlar, Yahudiler ve Hristiyanlar için kutsal kabul edilen tek şehir. Geçmişten günümüze yaşanmışlığın bütün izlerini taşıyan yer Kudüs.
Hayat bazen seyahat etme isteği uyandırır ve bir tarihin, bir inancın, bir vicdanın izini sürmeye çağırır insanı. Kudüs’e giden yol da tam böyle bir yoldu benim için. Sadece taşları, duvarları, sokakları değil; insanları, hayatları ve var olma mücadelesini görmek için çıktım bu yola. Kudüs, yaşam ile ölümün, savaş ile barışın iç içe geçtiği kadim şehir. Ben oradayken, sadece bir gazeteci değil, bir insan olarak da değişmeye başladım.
Peki, bu tarihi kutsal şehre nasıl gidilir?
Kudüs’e gidebilmek için öncelikle İsrail vizesi almanız gerekiyor. Bunun sebebi, Filistin Devleti’ne ait bir havalimanının olmaması. Vize işlemleri için öncelikle kalacağınız otel rezervasyonu çıktısı, gidiş-dönüş uçak bileti ve banka hesabınızda bir miktar para olması gerekiyor. Ayrıca, banka hesabınızın dökümünü almanız gerekiyor. Bu evrakları bir şeffaf dosya içinde pasaportunuzla birlikte İsrail Büyükelçiliği’ne teslim ederek vize başvurusunda bulunuyorsunuz. Vize için herhangi bir ücret ödenmiyor. Ortalama 7 gün içinde başvurunuzun sonucunu öğrenebilirsiniz. Genellikle başvurular olumlu sonuçlanıyor. Tavsiye olarak, İstanbul’da vize başvurusunu yapmanız sizin için daha kolay olacaktır.
Gittiğinizde ve Giderken Karşılaşacağınız Durumlar
Türkiye’den ayrılmadan önce rutin aranmaların dışında, uçağa binmeden bir kez daha aranacaksınız. Bunun, İsrail tarafından alınmış bir önlem olduğu söylenmişti. Ben Gurion Havalimanı’na indiğinizde pasaport kontrol noktasına gideceksiniz. Orada “İlk gelişiniz mi, neden geldiniz, nerede kalacaksınız?” gibi sorular sorulacak. Rahat görünmeniz ve net cevaplar vermeniz halinde genellikle bir problem yaşanmıyor. Ancak olumsuz durumlar da olabiliyor. İki arkadaşın sorguya alındığını, ikisinin geri gönderildiğine şahit oldum. Geri gönderme nedenlerinden biri, bir arkadaşın isminin Recep Tayyip olması, diğerinin ise onun yanında bulunmasıydı. Arkadaşlar ilk uçakla Türkiye’ye gönderilmişti. Bu gibi gereksiz yere insanları mağdur eden durumlarla karşılaşabiliyorsunuz. Kimi zaman isimden, kimi zaman keyfi nedenlerden dolayı bu tür olaylar yaşanıyor. Amaçları, “Buralar bizim, ona göre” mesajı vermekten başka bir şey değil; zavallı bir insan topluluğundan ibaretler.
Bu tatsız olayları geçip hızlıca Kudüs’e nasıl gidileceğine değineyim. Kontrollerden sonra sol tarafa doğru ilerlediğinizde tren istasyonu bulunuyor. Yahudilerin dini günü Şabat değilse, trenle çok uygun bir fiyata Kudüs’e ulaşabilirsiniz. Havalimanında görselleri takip ederek tren istasyonunu kolayca bulabilirsiniz. İkinci seçenek taksi dolmuş; yaklaşık 20 dolar civarında bir ücretle sizi Kudüs'te istediğiniz yere bırakıyor. Pasaport kontrol noktasından çıktığınızda, karşınıza gelen ilk kapıda taksi dolmuşları göreceksiniz. Üçüncü seçenek taksi, ancak bu seçenek oldukça pahalı olduğu için ben tercih etmedim. Eğer ilk gezinizse ve yardıma ihtiyacınız varsa ya da sorularınız olursa, Mescid-i Aksa alanında namazlardan sonra sohbet edenlere katılın ve kendinizi onlara bırakın. Misafirperverlikleriyle sizi mest edeceklerdir. Ben genelde Türkiye’den gelen arkadaşlarla namazdan sonra tanıştım. Bu tanışmalarla bir ekip gibi hareket ederek birçok yeri birlikte gezdik. Ayrıca daha fazla yer görme imkânı sundu. Selamın faziletiyle edindiğiniz dostluklar daimi kalıcı olacaktır. Şuan dahi bir çok tanıştığımız kişilerle hasbihal ediyoruz. Orada ikramlarda bulanacaklar bizleri sevdikleri için siz de eliniz boş gitmeyin; çay, kahve ve ülkemize has hediyeler götürmenizi tavsiye ederim. Çünkü eliniz boş gitse bile, parmak uçlarınıza kadar hayatınızda yaşamadığınız bir hüzün yaşayarak içiniz dolu döneceksiniz. Mahcup olmanızı istemem.
Gelelim benim neler yaşadığıma;
Filistin topraklarına, cumayı cumartesiye bağlayan bir kış gününde gittim. Yahudilerin dini günü Şabat olduğu için tren seferlerinin olmadığını öğrendim. Bir sağa bir sola gidip havalimanını tavaf ediyordum. “Nasıl giderim, ne yaparım?” diye düşünürken birden biri dikkatimi çekti. “Canım kaynadı” derler ya, işte öyle bir his. Filistinli bir ağabeyle muhabbete daldım, ama ne muhabbet! Selahattin Eyyubi geldi aklıma, sultanlarımız, hakanlarımız geldi. Durup birde kendi halime bakıyordum. Bir yanda tarih konuşurken bir yanda İbranice tabelalarına bakıyordum. Ağabey, “Buralar sizin, biz misafiriz” diyerek sohbete başlamıştı. Filistin’de yaşanan olayları, sürekli gelmemiz gerektiğini anlatırken, ben yutkunarak sohbete katılıyordum. Sohbet etmek güzeldir; hele ki aynı nedenden hüzün duyuyorsanız, zaman kısalır, konu uzar gider.
Ağabeyle nasıl tanıştığımızı anlatmadım. Aklıma ilk o konuşma geliyor. Sanki yıllardır tanıyormuşum gibi direkt konuya girdim. Ağabeyi görünce, okuduğum Savaşçı kitabında Doğan Cücelioğlu'nun çevresini ve çevresindeki insanları nasıl analiz ettiğini hatırladım. Hemen havalimanındaki insanları incelemelere başladım. Orta yaşlarda, iri yapılı, sakalına hafif kır düşmüş birine gözüm çarptı. Yavaş yavaş yaklaştım. Kafamda bir hengâme var, ama olsun diyordum. Kelimeleri bir araya getirip cümle kurmaya çalışıyorum. Tabii, ilk defa başka bir dilde, Türkçe bilmeyen biriyle konuşacaktım. Adımı sorsalar herhalde söyleyemezdim. Aslında sadece basit bir soru soracaktım: “Nasıl giderim?” İlk defa yapılan şeyler neden zor gelir, bilir misiniz? Okulun ilk günü, ilk iş günü, daha birçok ilkler… Hatta ilk adımlarını atan bir bebeği düşünün, ne kadar zorlanıyor. Zorlanmasının en temel sebebi, bacaklarının güçsüz olması değil, heyecanına yenik düşmesi. Heyecanımı bastırıp ağabeyin karşısına geçtim. İngilizce selam verip ben, siz, biz, onlar; ne kadar kelime biliyorsam döküyorum ortaya. Ağabey anladı, konu başka yere gitmeden yüzünde “rahat ol” dercesine bir gülümseme belirdi.
Baktım olacak gibi değil İngilizceyi bir kenara bıraktım, hemen “Selamun aleyküm” dedim. Beni rahatlatan cevap geldi: “ve aleyküm selam.” Bunu duyunca bir “oh” çekmedim desem yalan olur. Belki diyeceksiniz, “Müslüman olduğunu anlamıştın, neden selamla başlamadın konuşmaya?” Hayatta böyle değil mi? Yaşamın sonunun geleceğini bildiğimiz halde bilmiyormuş gibi yaşamıyor muyuz? Direkt selam vermek varken, ne diye İngilizce çabaladım, tecrübesizliğime verin. Selamı verdik, aldık, peki sonra? Yine çabalamaya başladım. Baktı olmayacak, ağabey Türkçe ismimi sordu. Şaşkınlık içinde cevap verdim. Şaşkınlığımı atlattıktan sonra, Türkçeyi nasıl öğrendiğini, nereli olduğunu sordum. Kendisi Filistinli, eşi Konyalı bir Türk. Eşinden dolayı dilimizi öğrenmiş. Havalimanında da eşinin annesini bekliyormuş. Hemen “Kudüs’e yakın mı gideceğiniz yer?” diye sordum. O sırada Türkiye’den gelen kız arkadaşlar da yanıma geldi. Kudüs’e yakınmış, ama arabaya sadece iki kişi alabileceğini söyledi. Çünkü araç bir Filistinliye ait olduğundan, en basit örnekle plakasının renginden anlaşılmasından dolayı sürekli çevirme yapıldığını ve koltuk sayısını aşmaması gerektiğini belirtti. Bizim için önemli olan, bir veya iki kişinin gitmesiydi. “Sorun değil, kimi isterseniz götürebilirsiniz,” dedim. Sonra kızların havalimanında kalmasına gönlü razı olmadı, “Olsun, bari bu seferlik götüreyim, burada beklemesinler,” dedi. Ayrıca, “Kızları götürmeme izin veriyor musun?” diye sordu. Çok şaşırmıştım. Neyse, ağabey kızları götürürken ceza yemiş, çok üzüldüm, ama kız arkadaşları çok güzel bir şekilde ağırlayarak Mescid-i Aksa’ya kadar getirdi. Orada verdiğim söz, kız arkadaşları görene kadar bende bir mesuliyet hissi oluşturmuştu. Çok şükür, sorunsuz bir şekilde gelmişlerdi.
Gelelim bana, yine kaldık bir başımıza. Çıkışa yakın bir yerde, balonlarla oynayan, 24 yaşlarında, hafif sakallı, güler yüzlü biri dikkatimi çekti. Yanına gittim, derdimi anlatmak için, ama anlatacak dil bilgim olmadığını söylemiştim. Daha kötüsü, bu kardeşimiz İngilizce çok az bilmiyordu. Dışarıdan görünümüm hiç hoş olmasa da, el işaretleriyle anlatmaya başladım. Anlaşılmanın verdiği mutlulukla Filistinli kardeşim önüme düştü ve bu sefer o anlatmaya başladı. “Şu araçla gidersen şu kadar, bu araçla gidersen bu kadar,” şeklinde anlattı. Bu arada teknolojinin faydalarından yararlandık. Yine konuyu dağıtmayım anlattığı araçların fiyatları neredeyse yanımdaki paranın yarısına denk geliyordu. Kudüs ile havalimanı arasındaki mesafe bir hayli fazla olduğundan fiyatlar yüksekti. Bu arada ismi İbrahim’di. İbrahim’e, “Sen nereye gidiyorsan oraya gideyim, sabah olduğunda bir şekilde Kudüs’e geçerim,” dedim. “Müslüman Müslümana güvenmek zorunda” sözü aklımdaydı, bu cesaret buradan geliyordu. Bir de Filistinli halkın bizzat yaşantısını görmek istiyordum. Sonra yaşadığı yeri sorduğumda, Kudüs’le tam zıt yönde olduğunu anlattı, vazgeçmek zorunda kaldım. İbrahim durumu anlayınca, “Biz bırakalım,” dedi. Haritada görmüştüm yaşadığı şehri, tabii ki asla kabul etmedim. “Ne yapalım, taksi dolmuşa bineyim,” dedim. Helalleşerek gösterdiği araçlardan birine binerek Kudüs’e doğru yol aldım.
Hareket saatini beklerken sabah namazına yetişmenin hayalini kurmaya başladım. Dakikalar geçmemeye başladı. Sonunda kaptan arabayı çalıştırdı, tek tek yer sorup ücretleri almaya başladı. Sıra bana geldiğinde ne yer sordu ne ücret aldı. Şaşkınlık içinde sordum. “Kudüs’e gideceğim,” deyip ücreti uzattım, ama almadı. İbrahim, sadece taksi dolmuşu göstermekle kalmamış, aynı zamanda aracın ücretini de ödemiş ve gideceğim yeri anlatmış. Anlam veremediğim bir hüzün duydum. “Nasıl olur?” sorularını sormaya başladım. İnandığımız değerlerin, bizi biz yapan değerlerin varlığına şahit oldum. Geriye sadece konuşmamız kaldı. Belki bir gün yine karşılaşırız, bu sefer onu hüzünlendiren ben olurum, kim bilir? İçimi kaplayan sevinç ve hüzünle, yağmur eşliğinde Kudüs’e, ata topraklarına vardım.
Sokaklarda kimseler yok, tabii saat sabaha karşı 4 suları. Gökyüzüne bakarak, benim için tarihi olan o anı yaşamaya çalışıyordum. Yağmur taneleri saçlarıma dokunurken, adeta ayakta rüyalara dalarak sokaklarda yürüyorum. Birden masalın kötü kahramanları karşıma dikiliyor: pasaport, çanta, saçma sapan aramalar… Sabah ezanı okunmasına az kala, ilk kıblemize doğru evlerinden ayrılıp gelen din kardeşlerimiz sokakları kaplamaya başlıyor. Kedilerde uyanmış bizlere eşlik ediyor. Kedilerle birlikte namaza gidenlere katılıyorum. Farklı bir yüz gördükleri için selamlar, gülümsemeler... Tabii hüzünle karışık bir gülümseme. Mescid-i Aksa girişinde Yahudilerin sizi izlediğini görüyorsunuz ve sabrınızla yalnız kalıyorsunuz. İşgalcileri geçerek açılan kapının önünde durdum, her yer birden sessizliğe büründü. Yağmura karıştı gözyaşlarım. Çaresizlik nedir? İşte o zaman anladım. “Rabbim daha büyük,” deyip Mescid-i Aksa’mızın soğuk suyunda abdestimi aldım. Abdest alırken elimden çıkan buhar etrafı kaplıyordu, suyun soğukluğunu siz anlayın. Ama hissetmiyorum; öyle bir kapıdan geçtim ki içimdeki ateşten hissetmiyordum.
Namazı kıldıktan sonra dedemden miras kalan camii bahçelerinde sohbet etmeyi, hal hatır sormayı bir alışkanlık haline getirmiştim. Sahi, bizi burada toplayan neydi? Selam vermeye başladım. Öğlene namazina kadar Kubbet-üs Sahra etrafında zaman geçirmeyi düşünüyorum. Kalacak yer ayarlamamıştım. Benim de Filistinli bir insanın yaşadığını yaşamam gerekiyordu. Birçok otel, zaten bizleri görünce ne maddi nede manevi anlamda sıkıntı yaşatmıyordu. Ama biz turist değildik. Bu benim ikinci gelişimdi, artık buralı olmam gerekiyordu. Yaşanan zulmü, yapılan işgali hissetmem, yaşamam gerekiyordu. Kimseye yapacaklarımdan, düşüncelerimden bahsedemiyordum. Çünkü “tehlikeli” diyeceklerdi ve vazgeçirmek için her yolu deneyeceklerdi. Sahi, bizim “tehlikeli” dediğimiz hayatı her gün yaşayanlar kimlerdi?
Dualara “amin” denildikçe mescidin dışına çıkanlar bir biriyle tanışmaya, sohbet etmeye başladı. Sohbet esnasında Türkiye’den gelen arkadaşlarımız, ağabeylerimiz vardı. Filistinli Abdullah Amca bizi görünce duygulandı ve sıkı sıkıya sarıldı bizlere..
Abdullah amcayla tanışmamıza da değineyim. Bir sene evvel avluda tanışmıştık. Elinde termosuyla avluda bulunanlara kahve dağıtıyordu. Bizleri ilk defa gördüğünden hemen yanımıza oturtmuş, nereden geldiğimizi adımızı sormuştu. Farklı yüzler görmenin mutluluğuyla isimlerimizi zikrederken uzatıyordu: “Aliiii, Yunuuus, Ahmeet!” Bu seslenişini unutmak mümkün mü? Bizi içten çağırıyordu. Biz kimdik?
Kahvemizi yudumlarken sohbete dalıyorduk. Tabii içimizde utanç duygusu beliriyordu. İki Müslüman, başka bir dinden olan topluluğun diliyle anlaşmaya, konuşmaya çalışıyordu. Bu da bize yeterdi! “Yarın inşallah görüşürüz,” deyip ayrılırken Abdullah Amca, “Yarın öğle namazından sonra sizi alacağım, bir yere gitmeyin,” telkininde bulundu. Tam anlam veremesek de “Tabii,” diyerek teklifi geri çevirmedik.
Saat kavramı yoktu, namaz vakti vardı. Neyi kaybettiğimizi daha iyi anlamaya başlıyordum. Heyecanla namazımı eda edip avluya çıktık. Abdullah Amca gülerek “Aliii!” diye seslendi, hemen yanına gidip toplanmaya başladık. Borçluyduk Abdullah Amca’ya. Bunca yıkımın içinde bize Kudüs’ü gezdiriyordu.
Önce zeytin dağına çıkmıştık. Burada birçok kilise bulunmakta ve Mescidi Aksa’nın tam karşısına düşen bir yerdi. Yahudilere göre, Kıyamet günü Cennete ilk ve en erken bu tepeye defnedilmiş olanlar girileceğine inancı var. Bu yüzden bu tepe kutsal ve burada bulunan mezarlık dünyanın en pahalı mezar olarak bilinmekte. Kudüs’ün gerek fethi, gerekse işgali hep bu tepeden gelen ordular tarafından yapılmış. Ayrıca Hz. Davut’tan Hz. İsa’ya kadar bütün peygamberler tarafından pek çok önemli olay burada cereyan etmiş.
Hz. Davut, M.Ö. 1049 yılında Kudüs’ün fetih ateşini ilk olarak Zeytin Dağı’nda yakmış. Hz. İsa, M.S. 30 yılında havarileri ile birlikte bu dağa çıkar, sohbet edermiş. Yahudiler, Hz. İsa’yı öldürmek için tuzak kurduklarında İsa(a.s.), Zeytin Dağı’na çıktıgı riveyet edilmekte. Zeytin Dağı, asıl olarak Müslümanların nazarında mukaddes ve mühim bir dağ. Tin suresinin ” İncire ve zeytine, Sina dağına, ve bu emniyetli şehre yemin olsun ki…” mealindeki ilk ayetlerinde geçen” zeytin” ifadesi bir rivayete göre bu dağa işaret etmektedir.
Kudüs’ün fethi sırasında Hz. Ömer, bir süre bu dağda ikamet etmiş. Hz. Ömer ve Selahaddin Eyyubi’nin askerlerinden şehit düşenler burada ve sahabi Selman-ı Farisi’nin türbesi Zeytin Dağı’nda. Hz. Meryem’in mezarı da Zeytin Dağı eteğinde Bab-ı Esbat tarafında yer aldığı bilinmekte.
Tarihi önemi bir yana Zeytin dağında mescidi aksanın görüntüsü bizi mest ediyordu. Fotoğraflar çekinip anılar biriktirmiştik. Oradan ayrılıp hemen yakınlarda bulunan Rabia El Adeviyye Hz. yaşadığı ve kabrinin bulunduğu evine gittik. Kısaca araştırdığım ve aktarılan bilgileri sizlere anlatayım:
"Râbia el-Adeviyye 95 (714) veya 99 (718) yılında Basra’da doğdu. Fakir bir ailenin dördüncü kızı olduğu için “Râbia” ismi verilmiştir. Kays b. Adî kabilesinin âzatlı kölesi olduğundan Adeviyye veya Kaysiyye nisbeleriyle anılmıştır. Künyesi Ümmü’l-hayr’dır. Bir çok yerde karşınıza çıkan şu sözden hatırlayabilirsiniz
“İlâhî! Eğer ben sana cehennem korkusuyla ibadet ediyorsam beni cehennem ateşinde yak! Eğer cennet ümidiyle sana kullukta bulunuyorsam beni ondan mahrum et! Eğer sana olan sevgimden dolayı sana ibadet ediyorsam o zaman senin ezelî cemâlinden beni mahrum etme!”
Rivayete göre evine gizlice giren biriyle yaşanılan olay şöyle anlatılmakta;
"Hz.Rabia-tül El-Adeviyye (k.s.)
Bir gün namazda iken evine hırsız giren Rabia, namazını bitirinceye kadar hırsızın bir şey bulamayıp eli boş döndüğünü anlayınca seslendi:
“Ey muhtaç adam, bari ibrikteki sudan abdest alıp iki rek’at namaz kıl da emeğin büsbütün boşuna gitmesin...”
Hırsız şaşırmış, korkuyla karışık bir ruh hâline kapılmıştı. Hemen abdest alıp orada namaza durdu.
Rabia bundan sonra ellerini kaldırıp dua etti:
“Yâ Rab, bu muhtaç, benim evimde alacak bir şey bulamadı, onu Senin kapına gönderdim.
Sen elbette benim gibi değilsin. Onu boş çevirmezsin.”
Namazı bitiren hırsızın, tövbe, istiğfar etmeye başladığını duyunca, bu defa da şöyle yalvardı:
“Yâ Rab, bu adam kapında birkaç dakika bekledi, hemen kabul ettin; ama bu âciz, bütün ömür boyu kapındayım, hâlâ böyle kabul edilemedim!”
Kalbine doğan ses şöyleydi:
“Üzülme, onu senin hürmetine kabul ettik!”
Abdullah amca bize Kudüs'ü gezdirmiyordu adete yaşatıyordu. Fakat onun için hayati tehlike taşıyan bir gezi. İnsan olmayanlara bir bahaneydi. “Ne işi vardı bu kadar Türk’ün onun yanında?” Bu bahane yeterdi. Abdullah Amca hiç düşünmüyordu, gideceği makam şerefli bir makamdı. Erzurumda takke almıştım Osmanlı dönemini anımsatan. Belki bir daha göremem diye Abdullah amcaya hediye etmiştim. Bir sene sonra tekrar geleceğim aklıma gelmiyordu...
Zaman ne çabuk geçmişti.
Adımı unutmamış, tekrar tekrar “Aliii, Aliii!” diye sesleniyordu. Sırayla sormaya başladı: “Nerede konaklayacaksınız?” Herkes yer ayarlamıştı.Yinede soruyordu abdullah amca. Sıra bana geldi. Gülerek “No home, no hotel,” diyebildim. Amca, “My home. Seven o’clock, see you later, inşallah ” dedi. Şaşkınlık içinde oradakilerle bir birbirimize baktık. inşallah diyebildim sadece. Kader miydi bu yaşadıklarım, anlam veremiyordum. Eğer havalimanından bir saat geç gelseydim, hayalini kurduğum gözlemlemeyi yapamayacaktım. Turist gibi kalıp gidecektim. Bir gün geçmişti, uykusuzluğum artmıştı. İstanbul’da trafikte, havalimanında beklerken ki telaşlar yorgun düşürmüştü. Dışarının soğuk olması nedeniyle Mescid-i Aksa içinde bulunan Hz. Ömer Camii’nde uyumaya karar verdim. Çantamı yastık yaptım, atkımı üstüme örttüm. Biraz üşümüştüm, ama uyuduğum yerin verdiği huzur soğuğu unutturuyordu.
Uyandığımda bir yanda temizlik başlamıştı, bir yanda Kur’an okunuyordu. Abdest almak için avluya çıktığımda Türkiye’den gelen arkadaşlarla karşılaştım. Abdest alıp bir ağacın yanında hasbihal etmeye başladık. Ülkende yaşarken hemşerini, farklı bir coğrafyada bulunurken ise yurttaşını görmek insanı mutlu ediyor. Yaşadığımız coğrafyanın insanını bir başka dili olan bir başka kültürü olan yerlerde gördüğünüzde kendinize bir cesaret bir özgüven geliyor. Size verdiği bu cesaret o bölgeye daha hızlı adapte olmanızı sağlıyor. Sohbette, ikindi namazından sonra İmad Amca’nın dükkânında buluşma kararı alıyoruz.
İmad Amca’yı tanır mısınız?
Daha evvel geldiğimde tanışmıştık İmad Amca’yla. Kudüs sokaklarında bile isteye kaybolurdum. “Kaybolurum” desem de yanlış anlaşılmasın, neticede kıblem belliydi. Bu kayboluşlar, kendimle buluşmaydı aslında. Her köşede bizden izler, her köşede bizi bekleyen gözler. Ne tesadüftür ki aynı duyguyu Balkanlar’da yaşamıştım. Makedonya’da bir cami imamının sözü çınlıyordu kulaklarımda: “Nerde kaldınız, ben ölmeden gelecek misiniz? Buralar sizin, artık gelin.” Halbuki bizler ülkemizde bir iş bulma, para kazanma telaşındaydık. Ne istiyordu bu insanlar bizden? Sinirlenip kendime soruyordum: “Yahu biz kimiz?” Tam kendimle kavgaya tutuşmuş, ağır ağır kaldırımlarda yürüyerek surların dışına doğru çıkıyordum ki, birden karşımda cehennem tabakaları belirmiş siyah elbiseli faullerini uzatmış biri yanındakine, “Çekil, bu Türk,” dedi. Gözlerinde kin ve öfkeyle yanımdan hızlıca çekip gitti. Sorunun cevabını bulmuştum. Aslında haklı çıkmıştı Ebulfez Elçibey. Ne demişti bizlere? “Sen Türk olduğunu unutsan da düşman asla unutmaz.” İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur, derler. Maalesef unutmuşum. Aslında biraz atalarımızın, bilgelerimizin sözlerine kulak mı versek?
Dede Korkut der ki: “Oğuz’un uykusu derin olur, bıçak kemiğe dayanmadan uyanmaz.” Bu sözleri bile idrak edemeyecek kadar uyuyormuşuz. En azından karşımızdakiler bizi uyandırmaya çalışıyor!
İmad Amca beklemesin, zaten çok beklettik. Kesme taşlarla yapılmış iki katlı evler. Eskiden eşyalarını vb. şeyleri koymak için kullandıkları giriş kattaki yerleri günümüzde Çin’den gelen hediyelik eşya satış yeri yapmışlar. Bu dükkânların üstünde evler ve evleri satmamaya direnen insanlar. Ağır ağır ilerlerken, “Türk çayı” yazan bir dükkânı görüp hemen içeri giriyorum. Sağımda Erzurumspor atkısı, karşımda Türk bayrakları, diğer yanımda Osmanlı elbisesi ve kavuk görüyorum.
Çay ocağının arkasından “Hoş geldiniz” sesi geliyor. Kafam karışıyor, Türkçe mi dedi acaba diye. Hemen çay ocağından ayrılıp yanıma geliyor. Sanki yıllardır görmediği bir akrabasıymışım gibi, bildiği Türkçe kelimelerle samimiyetini göstermeye çalışıyor. Oysa “hoş geldiniz” demesiyle bile o samimiyeti hissetmiştim. İnsan, insanı bir kelimesiyle anlar mıydı? Türkiye’de birçok şehri bildiğinden bahsediyor, gittiği yerleri anlatıyordu. Ben ise şaşkınlık içinde dinliyordum.
Tabii şaşkınlık bitince durur muyum? İmad Amca’yla, iman gücüyle sohbete koyuluyorum ve çaylar geliyor. Bu arada çayların üstüne nane yaprağı koyuyorlar. İlk başta biraz yadırgadım, ama kısa sürede alıştım. İmad Amca, dükkânın içini gezdiriyor. Dükkânın iç kısmında bir yer dikkatimi çekiyor. İmad Amca’ya sorduğumda aldığım yanıt çok şaşırtıyor. Bu dükkâna İsrail tarafından 24 milyon dolar ve Amerika’da bir ev teklif edildiğini, dikkatimi çeken yerin bir tünel olduğunu ve bu tünel yüzünden bu kadar para teklif edildiğini söylüyor. Dükkânın Türkiye İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA) tarafından restore edildiğini öğrendiğimde ise ayrı bir gurur duyuyorum. TİKA’nın restore ettiği yerlerde ambleminin olması gerektiğini bildiğim için soruyorum: “Neden burada böyle bir amblem yok?” İmad Amca, “Burada amblemi açıkça gösterirsek, İsrail görevlileri başka nedenler bularak bizi para cezasına çarptırıyor. Biz de örtüyle kapatıyoruz. Sadece Türkiye’den gelen misafirlere gösterebiliyoruz,” diyor ve ekliyor: “Burası hep sizin ve sizin kalacak, bizi burada yalnız bırakmayın.”
Aslında Türkiye’de haberleri takip edenler bilir: Kudüs’te 24 milyon dolara dükkânını Yahudilere satmayan kişi olarak bilinir İmad Amca. Ha, bu arada, dükkânda bir süre sonra kendi çayınızı kendiniz demliyorsunuz. Yabancı bir turist gelirse siz ilgileniyorsunuz. İmad Amca, dükkâna giren Türk’e, “Burası senin artık,” diyor. O kadar güveniyor ki, dükkânda İmad Amca’yı ancak akşam saatlerinde görüyorduk. Yahudilerin paha biçemediği dükkânda çaylar demleniyor, masalar düzenleniyor, turistler ağırlanıyor. Hiçbir görevlendirme yapılmıyor, ama herkes bir çaba içine giriyor. Türkler burada toplanıp, gidilecek, yapılacak günlük planlarını yapıyor.
İlk tanışmamız böyle olmuştu. Ayrılırken, belki bir daha gelemem diye not defterime hatıra kalsın diye içinden geçenleri yazdırmıştım. Nasip oldu, tekrar geldim. İlk gün olduğu için günümüz Mescidi Aksa bölgesinde geçirdik. Bir nevi hasret gidermiştim. Bir yıl önce gelmiştim. Ama yıllar önce gelmiş gibiydim. İnsan sarılmak istiyordu Kudüse.
Yatsı ezanıyla Abdullah amca ile sözleştiğim yere geçtim. Namazdan sonra tabii ki karşımda Abdullah Amca. Yüzümde bir tebessüm, içimde bir huzur beliriyor. Geleceğini bilmeme rağmen, onu karşımda görünce şaşırıyorum. Selamlaştıktan sonra yola koyuluyoruz. Bundan bir sene önce geldiğimde ilk defa evine sabah çayını içmeye gitmiştik. Önce Silsile Kapısı’ndan çıktık, taştan sokaklardan sol tarafta bulunan Ağlama Duvarı’na doğru ilerledik. Yahudilerin önemli bir günü olduğu için dini ritüellerini gerçekleştirirken gördüm. Biraz dalmışım herhalde, Arapça “ taeal Aliii,!” sesiyle afallayıp Abdullah Amca’nın peşine takıldım. Taş evlerin arkasından merdivenlere, oradan kalabalık şekilde toplanmış Yahudilerin arasından derken, geçen yıl geldiğimiz yola kavuştuk. Yolun karşısına geçip, inşaat halinde olan bir aradan aşağı inip demir bariyerlerle kapatılmış dar bir yerden eve ulaştık. Geçtiğimiz yerlerde sokak aydınlatmaları sökülmüş harabe hale getirilmiş.
Evin balkonunda dona kaldım. Karşımda antik bir tiyatro sahnesi vardı. Evin hemen dibinden büyük alan kazı yapılmış. Evin altında küçük yaşlarda çocuklar oturmuş ve karşı duvara tarihi çizgi filmler yansıtılmış. Şaşkınlık içinde olup biteni anlamaya çalıştım. İçinizden, “Sorsana Abdullah Amca’ya,” diyorsunuz, değil mi? Bu olayın normal olmadığını, sadece sinema olarak düşünülmediğinin farkındaydım, ama ne olduğunu soracak ne bir dilim nede yüreğim vardı. Utanarak içeri yöneldim. İçeri girdiğimde önce sol tarafta bulunan odamı gösterdi Abdullah Amca. Şaşkınlık içinde kaldım. İnanılmaz bir oda hazırlanmıştı.. Çeşit çeşit içecekler, falafel çorbası, yöresel yemekler, tatlılar… “Nereye geldim, ben bunları hak edecek ne yaptım?” diyorum. Yemeğe oturmak için işaret ediyor Abdullah Amca. Tam oturacağım, “Başka kimse yok mu amca bu yemek çok,” diyorum. “Önce misafir, sonra evdekiler,” diyor. Ben yedikten sonra çocukları ve eşi yemek için aşağı indi. Biz de yan odaya geçip sohbete koyulduk. Dışarıdan bakıldığında tam sohbet gibi görünmese de, deniyordum, anlamayı, anlatmayı. Yanlışlıkla da olsa bir şey anlattığımda, sevinçten yerimde duramıyordum.
Abdullah Amca, “Çay mı, kahve mi?” deyince, “Yeter, ne oluyoruz?” dedim kendi kendime. Rüyaysa uyanmamalıyım diye düşünmeye başladım. Mescid-i Aksa’nın karşısında, tarihin ortasında “Çay mı, kahve mi?” sorusu geliyor. Ne kadar teşekkür etsem de, ısrar üzerine “Çay daha iyi olur,” diyebiliyorum. Tabii, Kudüs manzarası karşısında çay sohbeti insanı besler, diyemiyorum. Arkasından dalından yeni koparılmış meyveler, hurmalar ve pastalar geliyor. “Doydum,” desem de imkânsız olduğunu anlıyorum. “Bari tadına bakayım, ayıp olmasın,” diyorum. Çay olur da sohbet olmaz mı? Abdullah amca wife var deyince rahatlıyor ve başlıyoruz çeviriye. Kardeşinin İstanbul Cerrahpaşa’da doktor olduğunu, Türkiye’de geldiği, görmek istediği yerleri anlatıyor. Ben de durumuyum Kırşehir’den bahsediyorum, bahsediyorum. Tozlu yollarını, ağaçsız dağlarını, çiçeksiz bahçesini. Kötülemiyordum. İnsan doğduğu yeri kötüler mi? Ama diyordum biz yaşamı ölümü yaratanın nimetlerine sahip çıkmıyoruz diyordum. Buraya sahip çıkamadığınız gibi.
Hep “Gelin, buralar sizin, biz misafiriz,” diyordu Abdullah Amca. Sahi, bu coğrafyada bizler vardık, değil mi? Kalacağım oda döşenmiş, bir tarafıma su, bir tarafıma ısıtıcı konulmuş. Geç kaldığım günler kapıda bekliyor ve hemen “Neden geç kaldın, Aliii?” diyerek beni duygulandırıyor. Yemekten sonra çay ikram ediyor ve her gün farklı bir meyve, pasta hazırlanıyor. Önce benimle Abdullah Amca yemek yiyor, sonra biz kalkıyoruz, ailesi yemek yiyor. Abdullah Amca, bir rivayete göre İsrail’in yok olacağını, tekrar Osmanlı’nın, yani bizlerin oraya hükmedeceğini söylüyor ve ekliyor: “Burayı boş bırakmayın, gelin, buralar sizin, biz misafiriz, siz ise buraların sahibi. Evimin altını kazıyorlar ve zorla almaya çalışıyorlar. Şimdi gücümüz yetiyor, ya ilerde? Buraya gelin ve emanetinize sahip çıkın.”
Bu sefer daha kalabalıktık. Çok sayıda arkadaşlarımız, abilerimiz gelmişti. Hemen toplanıp gidilecek yerler, ziyaret edilecek makamların sıralaması yapıldı. Daha önce çok kez gelmiş birini rehber seçip hic vakit kaybetmeden Şam Kapısı’na doğru yol aldık. Şam Kapısı’ndan çıkarken bir tarafımızda İsrail askerleri, diğer tarafta gazeteciler. Derin bir nefes alıp sakin kalmaya çalışıyoruz. Tam çıktığımızda 80 yaşlarında bir amca elinde pazardan aldığı sebzelere bizi bakınca bizde selam verdik. Selamın derken göz yasları döküldü amcadan. Boğazım düğümlendi. Etrafta hareket eden insanlar bir anda durmuş dünya sessizliğe bürünmüştü. Ağlama demeye çalışsak da bizimde duracak halimiz kalmadı. Bir tercüman arkadaşa üzülmemeyi gerektiğini anlatırdık. Elini öpüp sarıldık geri geleceğiz inşallah diye bildik. O göz yaşlarıyla zulme gitti bizde şahit olmaya. Her yeri hüzün her yeri zulüm.
Arkadaşlar ilerlemiş otobüs durağına gitmişti. Bari arkadaşlarımıza geç kalmayalım.
Çıktıktan 100 metre sonra otobüs ve tramvay durakları bulunuyor. Burada rehber olarak seçtiğimiz Mesut Abi, Filistinli şoförlere durumumuzu anlatıyor. Şoförlerden biri, “Siz yerleri söyleyin, ben sizinle geleyim, geri gelirken de sizi getireyim,” fikrini sunuyor. İşlerimizi kolaylaştıracağı için tereddüt etmeden otobüsü ziyaretlerimiz için kiralıyoruz.
Bir önceki gelişimde sayımız az olduğu için yerel halkın bindiği otobüsle gitmiştik.
Oradaki yaşantıyı anlık olarak not defterime yazmıştım. "Kudüs’ten ayrılıp başka bir şehre gitmek için yola koyuluyoruz. Kudüs’ten biraz mesafe gittikten sonra pasaport ve kimlik kontrolleri yapılıyor. Kontrolü, bilerek zayıf ve kısa boylu, sonradan Yahudiliği tercih etmiş kişilere yaptırıyorlar. Filistinliler iniyor, turistler kalıyor. Yaşlılar dahi inmesi istenirken, Filistinli olan kimseye müsamaha gösterilmiyor. Filistinliler, bu aramanın anlamını, “Biz sizi en zayıf insanlarımıza aratırız,” şeklinde yorumluyor. Bu kontrolde pasaportumu uzattığımda, “ay yıldızı” gören İsrail askerlerinin yüz ifadeleri birden değişiyor ve pasaportu kontrol ettikten sonra sert bir tavırla geri uzatıyor. Turist olduğumuz için bizi otobüsten indirmiyorlar, ama Filistinli öğrencileri indirip arama yapıyorlar. Önce aşağı inmeleri isteniyor, ama öğrenci aşağı indikten sonra İsrail askerleri kontrole kasıtlı olarak geç yapıp öğrencileri dakikalarca bekletiyor. Bu kontrolde izin belgesi yoksa vay haline. Her gün bu kontrolden iki kez geçip okullarına gidiyorlar. Kendi ülkelerinde başka askerler tarafından aranmanın ne kadar zor bir durum olduğu, Filistinli çocukların gözlerindeki öfkeden anlaşılıyor. Filistinlilerin yaşanılan işgale isyanı olarak dile getirdikleri, “Ülkenizin aslanlarını öldürmeyin, düşmanlarınızın köpeklerine yem olursunuz,” sözü nasihat olarak aklımızın bir köşesinde bulunmalı. Ülkemizin ve devletimizin önemini anlamalıyız. Yoksa bir gün sıra bize de gelecek…
Ülkemizin birçok şehrinden gelen insanlarla bir yandan tanışıyor, bir yandan dertleniyorduk. Camlardan ilerleyen hayatlara dalıp gidiyorduk. İlk durağımız olan, İsrail askerinin olmadığı tek şehir Beytüllahm’e ulaşıyorduk. Sokaklarda Filistinli polisleri görmek bizleri bile ne kadar mutlu ediyor. İnsanların yüzlerindeki huzuru fark etmemek mümkün değil. Büyük bir çoğunlukla Hristiyan ve Müslümanların yaşadığı, İsrail zulmünün en az yaşandığı şehir. Cami ve kiliseler yan yana. Bir yanda ayin töreni, bir yanda ezan sesi. Pazarlar kurulmuş, insanlar bir yanda alışveriş yapıyor, bir yanda sohbet ediyor. Hayatın olağan akışını görmek şaşırtıyor. Geçmişte İngilizlere kullanılan söz aklıma geliyor: “Bir suda iki balık kavga ediyorsa, oradan beş dakika önce uzun bacaklı bir İngiliz geçmiştir.” İngilizler kavga ettiriyordu, bunlar yok ediyor.
İsrail burada da bu huzurlu ortamı bozmak için elinden geleni yapıyor. Filistinlilerin “utanç duvarı” dedikleri bir duvar örerek, Batı Şeria’daki Filistin topraklarını ayırıyor. İsrail, bu duvarı Filistinli intihar bombacılarına karşı önlem olarak inşa ettiklerini söylüyor ve şehri ikiye bölüyor. Berlin Duvarı’na benzetilen bu duvara Filistinliler “ırkçı duvar” ya da “utanç duvarı” diyor; İsrail ise “anti-terörist duvar” ya da “güvenlik duvarı” olarak isimlendiriyor. İsrail devleti tarafından ikiye bölünmüş, 8 metre yüksekliğinde, 760 kilometre uzunluğunda olan bu duvar, televizyonlarda, haberlerde konu olan bir yer. Ünlü karikatüristlerin zulmü anlatmak için karikatürler çizdiği, turistlerin uğrak yeri. Her sokak muhteşem şekilde boyanmış. Şehrin bir tarafında huzur varken, diğer tarafta biber gazı kapsülleri, bomba izleri. Hz. Ömer Camii’nde ikindiyi kılıp oradaki mazlum halkla hasbihal ediyoruz. Tekrar tekrar bize bakıp ne kadar büyük, önemli bir topluluk ve bizi kurtarıcı olarak gördüklerini anlıyordum. Ama sadece anlıyorduk. Çünkü biz kendimizi tanımıyorduk.
Buradan ayrılıyoruz. Yollar, gittikçe savaş filmlerindeki sahneleri andırıyor. Yıkılmış, yıkılmaya yüz tutmuş evler, topraklar içinde oynayan çocuklar. Gittiğimiz yer El Halil kenti. Şehre girebilmek için öncelikle turnikelerden oluşan, etrafı ağır silahlarla donatılmış, 20’li yaşlarda, korkak, genellikle Türkçe bilen askerlerin kontrolünden geçiyorsunuz. Türkçe biliyorlar derken, aksanlı ve akıcı, öğrenilmiş bir Türkçe. Bu bile başlı başına bir tuhaflık, ama neyse. El Halil, 400 Yahudi’nin 250 bin nüfuslu şehri işgal ettiği bir yer. 400 Yahudi’ye silah taşıma yetkisi verilmiş. Şehrin caddelerinin bir yanından bomba sesleri gelirken, bir yanda ambulans sesleri. Öğlen vakti olmasına rağmen İsrail askerleri dükkânları kapattırıyor; sıkıysa kapatma. Halk, işgal ve zorbalık altında yaşamına devam ediyor. Canları nasıl isterse öyle davranan İsrail askerleri, dükkânların üzerine çöp atıyor. Buna karşılık verirsen, birden toplanıp hem darp edip hem de sürükleyerek götürüyorlar. En ufak bir itirazda, sokakta birden zırhlı araçlar beliriyor, etrafında onlarca asker; tabi onlar gelmeden önce nerden geldiği belli olmayan biber gazları, çocukların bağrışmaları, figanları…
El Halil’de bulunan Hz. İbrahim Camii, 1994 yılında Amerikalı bir Yahudi’nin namaz kılan 84 Müslüman’ı şehit etmesinin ardından caminin yarısı sinagoga çevrilmiş. Cami öyle bir yerden bölünmüş ki, imamın her namaz vaktinde sinagog tarafında kalan minareye çıkabilmek için İsrail Devleti’nden izin alması gerekiyor. Bir yanda bomba sesleri, bir yanda ambulans sesleri. Arabalar her tarafından hasarlı, evlerin camları kırık ve sokakta silah sesleri. Ama bunlardan öte bir görüntü var ki her şeyi unutturuyor: Silah seslerini bastıran çocuk sesleri. Her şeye inat oyunlar oynayan çocuklar.
Kontrol noktalarından geçip, çocukların eğitimi için yapılan bir yeri ziyaret ediyoruz. Bir yaşam mücadelesi nedir, zulme nasıl karşı durulur, onu görüyorum. 30’lu yaşlarında bir genç, burada okul benzeri bir yer alma çabasında. Kendi çabalarıyla, tek başına İsrail’e karşı duruyor ve Filistinli çocuklara hâlâ ümidin olduğunu göstermeye çalışıyor. Okul, üç kattan oluşuyor. Kısıtlı imkânlardan dolayı birkaç odanın iç düzenlemesi yapılmış. Kalan odalar sıvasız, gelen her yardımla bir tarafı örülüp kapatılıyor. Bizi gördüğünde sevincinden ve mutluluktan yerinde duramıyordu. Aramızda biri Filistinli mücahittin anlattıklarına tercümanlık yapıyordu, ama ne demeye çalıştığını yüzünden anlıyorduk. Heyecanla binayı gösterdikten sonra anlatmaya başladı: “Öncelikle geldiğiniz için teşekkür ederim. Buraya gelerek bize güç katıyorsunuz ve bizi mutlu ediyorsunuz. Biz burada bir eğitim yeri yaparak çocuklara, gençlere Allah rızası için faydalı olmaya çalışıyoruz. Yardımlar sayesinde güzel işler yaptık. Bu bölgeden çıkamıyorum. İsrail tarafından kara listeye alındım. Eğer çıkarsam tutuklanacağım. Bu yüzden siz Türklerin buraya gelmesi beni çok mutlu ediyor. Başta bizi dünyaya tanıtan Erdoğan’a, sonra sizlere teşekkür ediyorum.” Göz yaşını tutamıyor, gökyüzünün maviliğine bakıp dalıp gidiyor. Daha çok şey anlattı, fakat tahammül edemiyorduk. Hüzünlü, başı eğik ayrılıyorduk. Çaresizliğe bizden birilerini bırakıp Kudüs’e geçiyoruz.
Sayılı gün çabuk geçer hatıra getirmezsek ayıp olur düşüncesiyle Akşam namazına kadar Kudüs'te bulunan hediyelik eşya satan dükkanlara gezintiye başladım. Akşam namazına kadar gittiğim dükkanlarda hep aynı manzara ile karşılaştım. O gün yazdığım notta şöyle anlatmışım;
"Türkiye sevgisini sokaklarda, dükkânlarda ve çoğu yerde görmek mümkün. Dükkânlarda alışveriş yaparken önce “Müslümanım” derseniz pazarlık yapabiliyorsunuz, hemen ardından “Türk’üz” derseniz pazarlığa gerek kalmadan indirim yapılıyor. Türk olduğunuzu anlayan esnaflar çay, kahve veya dükkânında bulunan bir hediyelik eşyayı karşılık almaksızın armağan ediyor. Dükkânların önünden geçerken bir tabelada Türk bayrağı ve AK Parti sembolü görüyorum. Tam incelerken bir ses: “Hoş geldiniz kardeşlerim!” Şaşkınlık içinde içeri girdiğimde hemen çay ikramı yapıldı. Eşiyle giyim dükkânında çalışan ağabey, “Burası sizin dükkânınız, biz sizleri çok seviyoruz. Liderinizi çok seviyoruz. Dünyanın bir numaralı lideri, maşallah. Allah ona güç versin. Erdoğan aynı Abdülhamit, aynı,” diyerek duygularını aktarıyor."
Hava kararmaya başladığını görünce Mescdi Aksaya doğru gidiyorum. Ezan bizi camiye toplardı ama Kudüs'de ezan okunduğunda dona kalıyordum. Bitmeden hareket edemiyordum. Yarabbi bu nasıl bir hisdi ne vardı burada diyordum kendi kendime. İçinde oluşan hüzün, ezanla birlikte hareketsiz bırakıyordu. Cevapsız sorularla anlam aramaya çalışıyordum. Yarabbi diyordum bu nasıl haz, bu nasıl teslimiyet hissi. Neden ülkemde bunlar olmuyordu? Buradan ayrılmadan saatlerce günlerce ibadetler etmek istiyordum. Bize seni hatırlatan buradaki zulüm müydü yoksa güzel ülkemin hafızasının silinmesi mi? Namazdan çıkıp içimdeki karmaşayı yazmam gerekiyordu. Tarihi bir çam ağacına sırtımı verip not defterimi çıkardım. Yazmaya başlayacağım başlamasında bir türlü kalem kağıda yazmıyordu. İçimdeki fırtına yazıya dökülmüyordu. Abdürrahim Karakoç'un "ask kâğıda yazılmıyor dediği yerdeydim. Zulümde kâğıda yazılmıyormuş. Ne kalem kağıda yaklaştı ne kâğıt kaleme. Yerimi değiştirip Kubbe tül Sahraya doğru çıktım. Kubbetü's-Sahra İslam mimarisinde bilinen ilk kubbeli eserlerdendir. Kudüs deyince bir çok kişin aklında kalan bir görsele sahiptir. Kubbet-üs-Sahra'nın ortasında, Hz. İbrahim'in, oğlu İsmail'i (Yahudi/Hıristiyan geleneğinde İshak) kurban etmeye hazırlandığı yer olduğuna inanılan büyük bir kaya bulunur. İslamiyet'e göre ise bu kayanın Hz. Muhammed'in miraca yükseldiği yer olduğuna inanılır. Bir diğer adıyla Muallak taşı. Muallak Taşı; “Havada Asılı Duran Kaya” anlamına gelir. İç ve dış mimarisiyle muazzam bir işçilikle tasarlanan camiye muallak taşı derin manalar yüklemiş.
İçerisine girdiğimde muallak taşının altına doğru indim. Bir çok kişi orada ibadet ediyor. Rivayetlerin etkisiyle dualar burada ediliyordu. Dua demişken. 2017 yılında geldiğimde Kudüs'ün işgalinin 100 yılıydı. Muallak kayasının altında dualara öyle dalmıştım ki dışarıda Türkiye'den gelen arkadaşlar işgalin 100. yılını protesto etmişler. Ayrıca Türkiye'de bulanan bir çok haber kanalında bu protesto yayınlanmıştı. Kubbe-tül sahranın az ilerisinde bulunan merdivenlerde 1917 yılında Osmanlı askerlerinin çekildikleri fotoğrafa hitafen arkadaşlarda buradayız 100 yıl geçse de buralarda kalacağız diyerek aynı merdivende fotoğraf ve video çekerek protesto yapmışlar. İçlerinde olmayı çok isterdim fakat daha yeni geldiğimiz için bu protestodan haberimiz yoktu. O nedenle maalesef o karede bulunamamıştım.
Yatsı ezanından sonra abdullah amca evin yerini biliyorsun benim yarın işlerim var evde bekliyor olacağım demişti. Namazdan sonra bu sefer tek başıma gidecektim. Aslında insan ürperir çekinir. Ama bende tam tersi ayrı bir mutluluk ve huzur vardı. Silsile kapısından çıkıp Yahudilerin arasında gururla yürüyordum. Kendime şaşırmıştım. Ne yapıyorsun bu ne desemde yok olmayacaktı. Bunun sebebini bir kaç gün sonra anlamıştım. Sen dik durursan yahudiler baş eğiyordu. Rivayetlerde korkak olduklarını okumuştum ama bu kadar göz göze geldiklerinde çekinecekleri aklıma gelmiyordu. Bundan dolayı bende gittikce artan cesaretle yürüyordum. Tabii öyle yürürsen yolu karıştırırsın değil mi? Bir baktım küçük yaştakı çocuklar kipa takmış eğitim görüyorlar. Alakasız bir yere gelmişim onlarda şaşırdı oradan geri dönüp yolu bulmuştum. Hatta bir seferinde ağlama duvarına doğru gidiyordum. Bir baktım etrafım Yahudi polisleri. Karakola girişmişim. Benim bilmediğin yerde kaybolmazsın düşüncem hayatta hep böyle şaşkınlıklar içinde bıraktı. Oradan yavaş yavaş çıkış yaptım surlardan. Dar sokaktan inip eve geldim. Zile basmamla abdullah amcanın kapıyı açması bir oldu. Bir ağabey edasıyla saati gösterdi. Geç kaldığımı söylüyordu. Tabi ne bilsin dik yürüyeceğiz diye yollu kaybettiğimi. Yine her yer hazırlanmış yemekler yeniliyor çaylar kahveler meyveler. Sabah Kudüste yeni yerler görmenin hayaliyle uyumaya geçtim. Abdullah amcanın alii namaz alii demesiyle. Uyanıp, mescidi aksamıza doğru yol aldık.
Kudüsün içinden ayrılamıyordum. Mescidi aksada aynı yerden belki beş altı kere geçiyordum. Bir bakıyordum öğle ezanı okunuyordu bir bakıyordum ikindi ezanı.
Mescidi aksada oturup ikindi namazını beklemeye koyuluyordum. Mas mavi gök yuzu bir yanda kubbe tül Sahra. Ne vardı işgalciler olmasa. Ne vardı bu kadar zulüm yapılmasa. Bu manzara bu güzellik varken neydi bu kavga.
Namazdan sonra Kudüs de bulanan ve tarihi önem taşıyan bir kiliseyi ziyaret etmek için mesut abi ve arkadaşlarla hareket ediyoruz. Bu kilisenin adi Kutsal Kabir Kilisesi, Ortodoks Kilisesi tarafından da Yeniden Diriliş Kilisesi olarak adlandırılır, Kudüs'ün eski şehir duvarları içerisinde yer alan bir Hristiyan Kilisesidir.
Kilise Hz. İsa'nın çarmıha gerildiği ve burada gömüldüğü rivayetinden dolayı Hristiyanlar için çok önemli bir yer olarak bilinmekte. Kilisenin bir diğer bilinmesi gereken olay ise ikinci katında bulunan merdiven. Anlatılana göre "Roma hükümdarı I. Konstantin’in annesi Helena tarafından Kudüs’te Golgotha Tepesi’nde inşa edilen Kıyamet Kilisesi bütün Hristiyan mezhepleri açısından son derece önemlidir. Tüm mezhepler, Kıyamet Kilisesi’nin temizliğini ve bakımını üstlenmek ister ve sürekli çatışmalar çıkar, ölümler meydana gelir. Bunun üzerine Sultan Abdülmecid bir Kudüs Fermanı çıkarır ve hangi mezhebe mensup Hristiyanların nereyi temizleyeceğini belirtir. Ferman Kudüs’e ulaşır ulaşmaz hemen kilisenin önündeki meydanda okunur. “Kutsal mekânlara ben geleceğim, milimi milimine kimin nereyi temizleyeceğini ben belirleyeceğim. Bundan sonra da bir taşı yerinden oynatan kafasını yerinden oynatmıştır. Biline…” O sırada bir Ermeni papazı dayadığı bir merdiven ile kilisenin pencerelerinden birinin temizliğini yapıyordur. Papaza hemen işini bıraktırırlar. Çünkü yeni fermanda camların temizlenmesi işi başka bir mezhebe verilmiştir. Papaz işini bırakır ama merdiveni de olduğu yerde kalır. Kimse de merdivene dokunmaya cesaret edemez. O günden beridir o merdiven milimi milimine kilisenin ikinci katında pencereye dayalı olarak duruyor. Merdivenin oradan alınması için, İstanbul’dan ikinci bir ferman bekleniyor.
Bizi şaşırtan bir olay ise Kıyalet Kilisesi'nin anahtarları Filistinli Müslüman olan iki ailede durması oldu.
Sultan Abdülmecid, Hristiyanlar arasındaki mezhep kavgaya sona vermek için kilisenin anahtarını Kudüs eşrafından Müslüman 2 aileye teslim etmişti. Bugün hala kiliselerin kapısı bu Müslüman aileler tarafından açılıp kapatılıyor. Kudüs deki vakit her gün bir yeni yerle geçiyordu. Günlerin geçmemesini ne kadar istediysem de çok hızlı geçiyordu. Akşam ezanı okunuyordu ama yatsıyı kılıyorduk. Yatsı namazı biter bitmez Abdullah amca öyle sohbete dalıyorduk ki bir bakıyordum sabah namazına çağırıyordu.
Sabah namazından sonra İmad Amca’nın dükkânına geliyorum. Arkadaşlar, gezinin yorgunluğuyla sabah namazından sonra otellerine dönmüş olacak ki Mesut Abi ve iki kişi imad amcanın dükkânı açmış ve gün için hazırlık yapıyorlar. Selam verip hemen ben de yardıma geçtim. Hazırlık bitince kahvaltı için ne yapabiliriz, onu konuştuk. Mesut Abi, Müslüman bir kişiye ait otelde, dışarıdan gelenlerin de belirli bir ücretle kahvaltı yapabildiğini, oraya gitmeyi önerdi. Ben sabah erken saatlerde çok bir şey yiyemesem de, değişiklik olsun diye, “Gidelim,” dedim. Diğer iki arkadaş da hemen onayladı. İmada Amca’nın dükkânını biz plan yaparken gelen arkadaşa emanet ettik. Otelin idi Haşim'i Otelmiş ve hemen iki sokak ilerimizde bulunuyormuş. Otel, tarihi taşlarla yapılmış, genelde İngiliz turistlerin kaldığı, bölgenin en iyi otellerinden sayılabilecek özelliklere sahip. En alt katı bulunan yemek salonuna indik. Kahvaltılık bir kaç bir şeyler alıp bos bit masaya geçtim. Beraber gittimiz kişilerde Kahvaltılıklarını alıp geldi. Masamıza dışarıdan mütevazi gözükecek ki içeriden bizi tanıyan biri, hemen masaya çeşit çeşit kahvaltılık getirdi “Yiyemeyiz,” desek de masa dolup taşıyor.
Bir gün önce Mescid-i Aksa alanına, İsrail askerleri ve çok sayıda Yahudi halkıyla baskın vermişti. Herkesi sağa sola itip alanda tur atarak gövde gösterisi yapmıştı. İçlerinden bazıları taşkınlık çıkarmaya başlayınca, Hz. Ömer Mescidinde bulunan güvenlik, kapının önüne durup içeriye almamış. Biz de bunu görünce yanlarında durmuş ve geçmelerine izin vermemiştik. Ayakkabılarıyla girip camii içini dağıttıkları oluyordu. Bu arada müdahale ederseniz bazen sizi tutuklayabilir ya da orada darp edebilirler. Bunlar yaşanmasın diye o gün yardım etmiştik. Orada yârdim ettiğimiz kişi aslında otelin aşçısıymış. Ayrıca mescidi aksanın gönüllü güvenlik görevlisiymiş. Bizi hatırladığı için elinden geleni yapmaya çalıştı. Kahvaltıyı yaptıktan sonra otelin manzaralı terasına çıkartı. Giderken yediğimiz yiyeceklerin ücretini vermeye çalıştık, ama hiç imkân vermedi. Siz borcunuzu ödediniz burada sizden para alınmaz dedi. Allahtan yardımı kabul eden kişilerde bulabiliyorduk. Yoksa Filistin'de siz ödediniz ecdadınız ödedi diyerek bizi uykusuz bırakacaklalardı. En azından vicdanımızı rahatlata biliyorduk.
Gittiniz yerlere az sayıda giderseniz başınıza gelecekleri şöyle anlatayım. Kudüs’ten biraz mesafe gittikten sonra pasaport ve kimlik kontrolleri yapılıyor. Kontrolü, bilerek zayıf ve kısa boylu, sonradan Yahudiliği tercih etmiş kişilere yaptırıyorlar. Filistinliler iniyor, turistler kalıyor. Yaşlılar dahi inmesi istenirken, Filistinli olan kimseye müsamaha gösterilmiyor. Filistinliler, bu aramanın anlamını, “Biz sizi en zayıf insanlarımıza aratırız,” şeklinde yorumluyor. Pasaportumu uzattığımda “ay yıldızı” gören İsrail askerlerinin yüz ifadeleri birden değişiyor ve pasaportu kontrol ettikten sonra sert bir tavırla geri uzatıyor. Turist olduğumuz için bizi otobüsten indirmiyorlar, ama Filistinli öğrencileri indirip arama yapıyorlar. Önce aşağı inmeleri isteniyor, ama öğrenci aşağı indikten sonra İsrail askerleri kontrole kasıtlı olarak geç yapıp öğrencileri dakikalarca bekletiyor. Bu kontrolde izin belgesi yoksa vay haline. Her gün bu kontrolden iki kez geçip okullarına gidiyorlar. Kendi ülkelerinde başka askerler tarafından aranmanın ne kadar zor bir durum olduğu, Filistinli çocukların gözlerindeki öfkeden anlaşılıyor. Filistinlilerin yaşanılan işgale isyanı olarak dile getirdikleri, “Ülkenizin aslanlarını öldürmeyin, düşmanlarınızın köpeklerine yem olursunuz,” sözü nasihat olarak aklımızın bir köşesinde bulunmalı. Ülkemizin ve devletimizin önemini anlamalıyız. Yoksa bir gün sıra bize de gelecek…"
Kıble Mescidi’nde yatsı namazını eda ettikten sonra yaşanmışlıkları gözlemliyorum ve derin bir iç çekerek dışarı çıkıyorum. Namaz bittikten sonra fazla bekleme şansımız olmuyor. Mescid-i Aksa, Yahudilerin denetiminde olduğu için yatsı namazından bir süre sonra kapıları kapatılıyor, sabah namazından kısa bir süre önce açılıyor. Mescid-i Aksa, aslında orada bulunan avlu diyebileceğimiz bir alan. Bu alana Osmanlı padişahları geldiğinde kendilerine bir namaz kılma alanı yaptırmış. Bu alan, yerden 1 metre yükseklikte, 10-11 metrekarelik bir alanı kapsayan ve taşlarla örülmüş bir minberden oluşuyor. Avlu diye hitap ediyorum, çünkü içinde Kubbet-üs Sahra, Hz. Ömer Mescidi, kütüphane ve birçok tarihi kalıntı bulunuyor. Burada sakal kesmek dahi yasak. Müslümanlık için kutsal kabul edilen çok önemli bir yer.
Sabah namazından akşam namazına kadar Müslüman görevliler tarafından iç kontrol sağlanıyor. Ancak dış kontrol, tarihi dokuz kapının giriş-çıkışları İsrail askerleri tarafından kontrol ediliyor. "
Her sabah namazına “Aliii!” diyerek beni uyandırıyor. Abdullah Amca, ben ve eşi namaza gidiyoruz. Her evden çıkan, selam vererek bize katılıyor. Mescid-i Aksa’ya gitmemiz için Yahudilerin işgal ettiği Burak Duvarı’nın olduğu yerden geçiyoruz. Bizlerle aynı saatte yüzlerce Yahudi ibadete geliyor. Abdullah Amca yaşından dolayı yavaş yürüyor, merdivenlerde durarak gidiyoruz. Yolda, “Bir daha ne zaman gelirsin?” diyor. Ben de “Yakın zamanda,” diyorum. Neşesi yerine gelen Abdullah Amca, cebinden hurma çıkarıp bana veriyor. Bu bir yaşam mücadelesi değil, bir direniş mücadelesi. Her gün İsrail askerleri arasından geçip namaza gidiyorlar. Mescid-i Aksa’yı bir an olsun boş bırakmıyorlar. Bir ümitle, “2 yıl kaldı ya Ali, sabredeceğiz inşallah,” diyerek her gün az kaldığını dile getiriyor. Duygusal bir hayat öyküsü olarak görülen bu hayat, aslında ülkenizde mülteci olmaktan başka bir şey değil. Bir Türk’e koşulsuz güveniyorlar, evini açıyorlar ve her gün yemek yedirmeye çalışıyorlar. Bizden para değil, yanlarında olmamızı istiyorlar. Ayrılık vakti geliyor, evimizden ayrılır gibi bir his, anlatılmaz bir hüzün çöküyor. Her ayrılanın gözünde yaş. Sanki “Gitmesek, buraları bu işgalcilere bırakmasak,” diyen bir bakışla ayrılıyoruz.
Kudüs sokaklarının her köşesinde İsrail askerlerinin olduğu kontrol noktaları bulunuyor. Dört bir tarafı işgalci İsrail askerleri tarafından çevrilen mazlum Filistin halkı, her şeye rağmen hayatın devam ettiğini ve cihadın kıyamete kadar süreceğini hatırlatıyor insana. Kudüs sokaklarındaki gençlerin “Umutsuzluk haramdır,” ikazı bir mermi gibi çakıyor zihnimize. Türk olduğumuzu öğrenenler, “Ya Habibi,” “Ehlen ve Sehlen,” diyerek söze başlıyor, hemen ardından Erdoğan’ı soruyor. Türk olduğumuzu duyan gençler, “Faddal” (buyurun) diyerek bizi sofralarına davet ediyor. Müslüman mahallelerinde yoksulluğun, işgalin her haline şahit oluyoruz. Ülkemizde Filistinliler için “toprak sattı” algısı yaratılarak, yaşadıkları zulmü hak ettikleri, topraklarını satmasalardı denilerek susuluyor. Fakat Kudüs’te, milyon dolarlara topraklarını Yahudilere satmak yerine canları pahasına direndiklerini görüyoruz. İşgale ve zulme rağmen “Kudüs bizimdir!” şiarını dünyaya haykırıyorlar.
Sokaklarda ya askerlerle ya da silahlı sivil Yahudilerle karşılaşıyoruz. Yahudiler, Burak (Ağlama) Duvarı’nın M.Ö. 587 yılında Babiller tarafından yıkılan Süleyman Mabedi’ne ait olduğuna inanıyor. Süleyman Mabedi’ni tekrar inşa ederek dünyaya Kudüs’ten hükmedeceklerine inanan Yahudiler, birçok noktaya Süleyman Mabedi’nin resmini ve maketini yerleştirmiş. Oysa Süleyman Mabedi’nin orijinal haliyle tekrar inşa edilebilmesi için Kubbet-üs Sahra’nın ve Kıble Mescidi’nin yıkılması gerekiyor. Yahudiler, bir gün Mescid-i Aksa’yı yıkacaklarını dünyaya açıkça ilan ediyor.
Kıble Mescidi’nde otururken bir çocuk yanıma geliyor. Selam verip yanıma oturuyor. Tanımıyorum, ama yıllardır tanışıyormuşuz gibi hemen konuşmaya başlıyor. Pat çat Türkçesiyle, “Selamın aleyküm, ne yapıyorsun, nasılsın?” diyerek elimi sıkıyor. Sohbet ediyoruz, ayrılıyorum. Her gün öğle vakti yanıma geliyor, sarılıyor. Merak ediyorum: Kim bu çocuk, neden bu kadar bizi seviyor? Babasının El Halil’de şehit olduğunu öğreniyorum. Ailesinin, “Türklerin yanında ol, Türkler bizim kardeşlerimiz,” sözlerinden yola çıkarak bize sarılıyor, umutla bakıyor ve o yaşta yanımızda olmaya çalışıyor. “Selamın aleyküm Türkçe, Selamın aleyküm, Filistin Türkçe kardeş,” diyor o güzel Türkçesiyle. Ruhumu aydınlatan bir söz aklıma geliyor: “Yeter ki sen umut ol, fidanlar elbette yeşerir.”
Toplumumuzda, Arapların hepsinin ülkesini satacağı ve güvenilmez olduğu algısı oluşturularak, Filistinli kardeşlerimizin yaşadığı bu zulmü hak ettikleri düşünülüyor. Fakat dinimizde zulme sessiz kalmanın cezasının ne olduğunu bilmiyoruz. Bir yanda Doğu Türkistan, bir yanda Kudüs, bir yanda Arakan yanarken, biz hâlâ “Hak ediyorlar” ya da “Elimizden ne gelir?” diyerek kendimizi kandırmaya çalışıyoruz. Peygamber Efendimiz’in “Zulme sessiz kalan dilsiz şeytandır” sözünü hiçe sayıyoruz. Bu ayıp bize yeter ve tarihe geçecek.
Sabah Abdullah Amca namaza kaldırıyor. Hazırlanıp Mescid-i Aksa’ya doğru çıkıyoruz. Komşular uyanıyor, bize katılıyor, hal hatır sorulup yavaş adımlarla, hemen yakınımızda olan Mescid-i Aksa’ya, Yahudilerin bulunduğu Burak Duvarı’nın olduğu taraftan girip namazımı eda ediyoruz. Abdullah Amca sabah kahvaltıya çağırıyor, teşekkür edip Mescid-i Aksa’da bir köşede düşüncelere dalıyorum. Gördüklerimden sonra kendime kızıyorum, bizlere kızıyorum. Saatler geçiyor, İmad Amca’nın dükkânına doğru gidiyorum. Türkiye’den gelenler toplanıyor, kahvaltı yapıyoruz. Yeni bir ziyaret planı yapıp önce Ramallah’a, ardından Hz. Musa Mescidi’ne, sonra Ürdün Nehri’ne ve Ölü Deniz’i görmeye, öğle namazından sonra buluşup hareket etmeyi konuşuyoruz. Namazdan sonra toplanıp Şam Kapısı’na doğru çıkıyoruz. Oradan otobüs durağında Ramallah otobüsüne binip gidiyoruz. İndiğimizde yine tozun, toprağın içinde, yokluk içinde yaşam mücadelesini görüyoruz.
Orada tekrar yapacağımız yolculuk için taksi dolmuşlarla görüşmeye başlıyoruz. Kalabalık olduğumuz için iki taksi dolmuşla anlaşıyoruz. Ancak şoförler, eğer İsrail çevirmesinde durdurulursak geri gönderilebileceğimizi, Ramallah’tan çıkışın o günkü duruma bağlı olduğunu söylüyor. Müslüman coğrafyasında, Müslüman topraklarında yaşadıklarımız, her geçen gün kendimizle kavga etmemize neden oluyor. Yola çıkıyoruz. Önden giden araç telsizle bizi bilgilendiriyor: “Evet, şu anda çevirme yok, şu an bir sorun çıkarmadılar.” En son, şehrin dışına kurulu bariyerli bir çevirme noktası görüyoruz. Öndeki aracın şoförü korkuyla yavaşlıyor, bizim arabada da sessizlik hâkim. Sessizlik ve gerginlik birbiriyle yarışıyor. Yahudilerden insaf bekliyoruz. Bu acizlik de bize yetiyor. Öndeki araca bakmıyorlar, biz de geçiyoruz. Şoför derin bir nefes alıyor. “Herhalde mutlu günlerine denk geldik,” diye düşünüyoruz.
Oradan Hz. Ömer Mescidi’ne varıyoruz. Çöldeki uçsuz bucaksız bir yerde, medrese şeklinde yapılmış, adeta bir vaha gibi gözüküyor. Etrafında birkaç ağaç, ağaçların gölgesinde turistler için develer. İçeri giriyoruz, yine bizden izler, yine bizler. Ama bu bizler kimler? İçeride tadilat çalışmaları ve TİKA’nın logosu. Restore edenlere selam veriyoruz, gelen selam Türkçe aksanlı. Yüzümüzde gülümseme oluşuyor. Hemen sohbetler açılıyor: “Nasılsınız, ne yapıyorsunuz, nerelisiniz?” Uçsuz bucaksız bir çöldeyiz. Dualarımızı edip Lût Gölü’ne (Ölü Deniz) görmeye gidiyoruz. Lût Gölü, doğuda Ürdün, batıda İsrail ve Batı Şeria ile sınırlanmış bir tuz gölü. Yüzeyi ve kıyıları, dünyanın en düşük rakımlı deniz seviyesinden daha derinde.
Buradan ayrılıp Ürdün Nehri’ne geçiyoruz. Burası Şeria Nehri, Ürdün Nehri veya Erden Nehri olarak da bilinen, Orta Doğu’da Büyük Rift Vadisi boyunca akan ve Lût Gölü’ne dökülen 251 km uzunluğunda bir nehir. Özelliği, Hz. İsa’nın Yahya tarafından burada vaftiz edildiğine inanılması nedeniyle Hristiyanlıkta önemli bir hac merkezi olması. Nehrin hemen karşısında kiliseler ve Ürdün askerleri görülüyor. Bulunduğumuz tarafta ise İsrail askerleri, uzun namlulu silahlarla sürekli devriye atıyor.
Turistik bir yer olarak tasarlandığını ilk gördüğünüzde anlıyorsunuz. Her yer düzenli; birkaç kişi, Hristiyanlar için beyaz renkli uzun elbiseler satıyor. Bu elbiseleri alan Hristiyanlar, geldikleri rahiplerle önce dualar ediyor, ardından su ve ekmeğe benzer bir şeyleri sırayla duaya eşlik edenlere dağıtıyor. Sonra nehre iniyorlar. Nehre, ağaçtan yapılmış bir iskele ve bu iskeleye bağlı bir merdiven yapılmış. Bu merdivenden günah çıkarmak için iniyorlar. Su çok derin olmadığından, rahip günah çıkarmak isteyen kişiyi önce vaftiz ediyor, sonra suya yatmasını istiyor. Bu sırada rahip, nehirden aldığı suyla kişinin kafasına dokunuyor ve dua ediyor. Başka bir grupta ise nehre inmeden, rahip sadece suyu alıp arınmak isteyen kişiye üç kez nehir suyundan kafasına dokunuyor. Arınma işlemi bittikten sonra, oval bir şekilde birbirlerinin ellerini tutup dualar ve ilahiler okuyorlar. Farklı bir yaşam, farklı bir kültür görmek bizi de şaşırtıyor. Buradan ayrılıp evimize, Kudüs’e dönüyoruz.
İkindi namazı kıldıktan sonra camiinin içinden çıkarken Filistin Türkce kardeşim gelmişti. Bu sefer “Abi, sana yemek getirdim,” dedi. Her geldiğinde bende bulunan kamerayla kayıtlar alıyordu. Onun aldığı kayıtlar beni mutlu ediyordu. Türkiye'ye döndüğümde bana yük olacağı aklıma gelmiyordu. Bu nasıl bir sınav yarabbi diyordum kendi kendime. Tamamen rüya bunlar diyordum başka bir düşünce gelmiyordu aklıma. Bizlere olan bu hizmet ne içindi. Topraklarını sattılar diyenler bu durumu yaşasa utanır miydi. Bu çocuk daha 12 13 yaşlarındaydı. Bizi kurtarıcı görüp sürekli bir şeyler getirenler bize ev sahibi hissi yaşatan insanlar mı satmıştı bu toprağı. Atası ölünce işimize yaramaz deyip memleketinde bir çöp dahi bırakmadan satanlar zulüm içinde kalıp evini satmak zorunda kalanları eleştiriyordu.
“Sağ ol,” destemde. “Yok abi, humus getirdim, başka arkadaşlarını da çağır, ağaçların altında yeriz,” diye ısrar etti. Halbuki namazdan sonra humus yemeyi düşünüyordum. Bir önceki akşam arkadaşlar önermişti. Daha önce yemediğim bir yemek olduğu için merak etmiştim. Kardeşimizin abi humus getirdim demesiyle şaşkınlık içinde kendi kendime “Yemeği düşünürken sesli mi düşündüm?” diyordum. Aslında kardeşimiz Türkiye'deki bir çok haber kanalına konu olmuştu. Suudi Kralı’nın Filistin ziyaretinde, önce Yahudilerin bulunduğu yerden geçtiğini ve onlara yeterince destek vermediğini düşündüğü için yüzüne su atan kişi bu kardeşimizdi. Kubbet-üs Sahra’nın karşısında, bahçede oturduk. Kardeşimin sözüyle, “Filistin Türkçe kardeş,” diyerek yemeğimizi yedik. Gittiğiniz nere olursa olsun kültürlerinde bulunan yemekleri gelenekleri görmek sizlere önemli şeyler katıyor.
Yorumlar
Yorum Gönder