Göçün Bedeli; Yitik Kuzular
"Bilemedim sürgün müydük, yoksa göçebe?"
“Çadırını getirin,” demiş ağalar. “Orada kalmasın, o panayıra gitmiştir şimdi. Gidin neyi varsa yanımıza alın gelin. Zaten bir avucuz, birbirimizden bölünmeyelim.”
Mehmet Ağa, Nevşehir’de at panayırına hazırlık yapmış. O zamanlarda Nevşehir’de atlar alınır, satılırmış. Yörükler, göçebeler bir arada olur, alıp satarlarmış. Mehmet Ağa için bir gelenek haline gelmiş. O günde yola revan olmuş. Ağalar da bunu bildiğinden Mehmet’i gözlemişler. Mehmet atına binip de uzaklaşınca çadırını söküp, ailesini toplayıp şimdiki Dulkadirli köyüne getirmişler. Mehmet gelse ki ne çadır kalmış ne aile. Dolanmış, durmuş, bir sigara yakıp dümdüz, ucu bucağı gözükmeyen ovada uzaklara dalmış.
“Uyduk bir töreye, geldik biz nereye?
Bilemedim sürgün müydük, yoksa göçebe?” demiş.
Çaresiz, kır atına binip ayrıldığı akrabalarının yanına doğru yol almış. Yol uzamış da uzamış. “Nasıl anlatayım eşe dosta? Ne çocuğum kalmış, ne eşim.” Varmış obaya, ağalar buyur etmiş; Mehmet Ağa’da ses yok. Ne desin, “Sahip çıkamadım mı?” desin? O arada Ömer’i çıkmış karşısına. Şaşkınlıkla silahını çekip birkaç el havaya sıkmış. Herkes çadırdan çıkmış, ne oluyor ne bitiyor anlam verememiş. Tabii Mehmet Ağa sevincinden ne yapacağını şaşırmış, kimse anlayamamış. Attan inip oğluna doğru varmış, doyasıya sarılmış Ömer’ine. Sonra diğer ağalar anlatmış: “İnat etmeseydin bu korkuyu yaşamazdın. Yitip gitme diye getirdik,” diye sitem etmişler. Mehmet Ağa da artık kabul etmiş. Harmanaltı köyünden Dulkadirli köyüne yerleşip Yörük geleneğini bitirmişler. Geriye bir tek yolda ihtiyaçları için açılan kuyu kalmış: Dulkadirli kuyusu olarak.
"Mert Oğlu Mertmiş"
Esmer, yağız biriymiş Mehmet Ağa. Yörüklük bitmiş ama etkisi bitmemiş. Evleri yan yana, avlusu olmadan yapmaya başlamışlar. Konar göçer kültürün yaşantısından dolayı bahçe çevirme, ağaç dikimi, evlerin etrafına duvar yapılmamış. Babanın evinin yanına, önce büyük ağabey, sonra sırayla kardeşler arada çok az mesafe ile evlerini yapmışlar. Yakınlık göç eden insanlar için bir sığınak bir dayanakmış. Kültürün etkisiyle uzun yıllar koyunculuk üzerine hayatlarını devam ettirmişler. Mehmet Ağa o dönemin yapısına aykırı biri olarak bilinirmiş. Başka bölgelere gider oralarda öğrendiklerini kendi obasında yaparmış. Bölgesinde düzeni bozanlara rahat vermez düzen için çaba gösterirmiş. Döneminde yazılan ağıtlarda "Türkümüş, koçağımış, mert oğlu mertmiş" diye çok yerde anılmış. Oğlu Ömer’i yörük kültürüyle yetiştirmiş fakat gittiği yerlerde etkilenmiş. Ömer'inde okumasını çok istemiş. Kayseri’ye ilim öğrensin diye genç yaşta göndermiş. Ömer yetişmiş gelmiş, Molla Ömer olmuş. Soy soylanmış, boy boylanmış; Ömer’in bir Ali’si, bir Hasan’ı olmuş. Ali’si müftü, Hasan’ı ticaret ehli olmuş. Hasan’a “Kütük” demişler, Ali’ye “Ali Hoca”.
Kütük lakabını Dulkadirli’ye gelen selde annesi Fatma’nın çadırda gideceğini anlayınca oğlunu hemen sandığa koymasından almış. Sel gidip de hava düzelince gelip baksalar ki sandıkta oğlan sapasağlam; orada biri “kütük gibi maşallah” demiş. Oradan yola çıkarak “Kütük” gelmiş, “Kütük” gitmiş kalmış.
Ali Hoca, hocalığı Konya Ovası’nda almış. Çocuk yaşta Ali Hoca Konya’ya gider, iş aramaya. Kapı kapı iş arar; bir ağanın sürüsünü görür, varır ağaya: “Ağam, ben koyun güderim; iznin olursa yanında çalışırım,” der. Ağanın da bir çobana ihtiyacı vardır. Hemen koyunları gösterir, diğer çobana: “Sana göstersin nerelere gideceğini, nasıl yapacağını,” der.
Gel zaman git zaman Ali’nin, ağanın kitaplarına merakı artar; ağa da Ali’yi sever. Ağa, çocuklarının ne kadar okur yazar olmasını istese de çocukları hiç yanaşmamış. Ali’nin meraklı olduğunu gören ağa, Ali’ye ne kadar kitap varsa alabileceğini söylemiş. Hem koyun gütmüş, hem yazmış, hem okumuş. Birkaç yılda Arapça öğrenmiş, hafız olmuş. Bir gün ağa, Ali’yi okurken yüksek bir yere çıkarıp: “Görün ahali, görün, Kırşehir’den çobanlığa gelen oğlan hocalığı aldı!” demiş. Ali kendini geliştirdikçe ilim sevdası artmış. Ağasından müsaade istemiş. Ağa Ali’yi kaybetmek istemese de Ali’ye engel olmamış. Ali, Kırşehir’de eğitimini tamamlayıp hoca olmuş. Köylerde vaazlar verip topluma yön verir olmuş. Toplumda saygınlık kazanan Ali, merkez müftülük tarafından Kaman’a ilçe müftüsü atanmış; oradan da Kırşehir’e il müftüsü olmuş.
ALİ HOCA SOYU
Ali Hoca, Konya'da ağanın sözünü yerde bırakmamış. Köylerden kasabalara, kasabalardan ilçelere, ilçelerden şehre hoca olmuş. Gittiği her yerde sözüne itibar etmişler, vaazlarını dinlemişler. Kimseyi kırmaz, hak ne derse onu söylermiş. Cumadan cumaya gelenler, Ali Hoca’nın vaazlarıyla camide vakit namazlarını kaçırmadan kılar olmuş. Saflar hiçbir vakit boş olmazmış.
O dönemlerde yaşanan savaşlardan dolayı köylerde eşkıyalar baş göstermiş. Köyde ne kadar erzak varsa alırlar, kadınları, kızları kaçırırlarmış. Ali Hoca uzun boylu, heybetli ve sert bakışlı biriymiş. Köylerde hocalar, yaşlılar ve sağlık sorunları olanlar kalmış; her yaştan insanı savaşa götürmüşler. Köyün eli silah tutabilecek erkeklerinin savaşta olduğunu bildiklerinden eşkıyalar her köye baskın yapar, eziyet ederlermiş. Ali Hoca, camide yaşlı cemaatin namazını kıldırmış. Eve doğru yürümeye başlamış. Baksa ki evin etrafında atlılar. Ali Hoca’nın evinde de karısı, gelinleri varmış. Onlar evin temizlik işleri için avluda olduğundan gelen atlıları görüp hemen ağıla girmişler. Kış için ayırdıkları tezek yığınının arkasına saklanıp beklemişler. Ali Hoca bir hışımla varmış, “Hiç utanmaz mısınız?” diye bağırmış. Ali Hoca’nın bağırdığını duyan köylü gelmiş. “Devlet savaşıyor, siz hırsızlık yapıyorsunuz! Hiç mi Allah korkunuz yok? Be imansızlar!” demiş. Eşkıyalar savaştan korkup kaçanlardan oluşuyormuş. Savaşa gitmek yerine köylüye silah zoruyla eziyet ederler, ses çıkmadığında daha da ileri gider, köyü yakıp yıkarlarmış. Ali Hoca’nın heybetini görünce irkilip bakakalmışlar. Köyde silah olmadığını düşünen eşkıyalar, Ali Hoca’nın belinden çıkardığı altıpatları görünce atlarını gerisin geriye sürüp bir daha Dulkadirli ahalisine musallat olmamış.
O dönemde yaşanan savaşta köylülerde ne kadar silah varsa toplanmış, köyün önde gelenlerinde birkaç silah bırakılırmış. Savaş uzun yıllar sürmüş. Ali Hoca’nın amcasının oğlu Hâcemin 15 yıl savaşmış bu savaşta. Köye geldiğinde gözlerindeki ateşten kimse göz göze gelemezmiş. Balkan Harbi’nde bulunan Hâcemin tam 15 yıl savaşmış. Herkes öldü sanmış, Kuran’lar okunmuş, yası tutulmuş. Bir akşam baba ocağına gelmiş. Gelmiş ama yaşadığı olayın etkisinden kimse soramamış ne oldu, ne bitti diye. Kapıyı açıp içeri geldiğinde anası tanıyamamış. Savaşı izlerini yüzünde getirmiş köye. Şaşkınlığı anlamış, “Ben Hâcemin,” demiş kalın ve tok bir sesle, başka da bir şey demeden geçmiş içeri oturmuş. Bulunduğu bölgede çıkan savaşta o kadar kişi ölmüş ki nehirlerden kan akmış senelerce. Onun etkisiyle 30 yaşında saçları beyazlamış, yaşlanmış, yüzündeki hatlar belirgin, kaşları çatık olmuş, gözleri kızıla çalmış. Ali Hoca gide gele topluma ayak uydurmasını sağlamış. Hâcemin evlenmiş, oğlu olmuş. Adını Rıza koymuşlar. Hâcemin, savaşın etkisinden yıllarca kurtulamamış. Erken yaşta vefat etmesine sebep olmuş. Amcası erken vefat edince Rıza’yı hem çok severlermiş hem de sahip çıkarlarmış. Rıza da alım satım işleri yaparak düzenini kurmuş. Köylerde düğünlerde Rıza olmadan halay çekilmezmiş. O kadar tanınmış ki başka köylerden davet gelir, kimseyi kırmaz, halay başı olurmuş. Bir köyde halay çekmeyle övünen olursa oradaki yaşlılar “Sanki Rıza Efendi oldu başımıza,” derlermiş. Uzun yıllar kendi işleriyle uğraşarak geçimini sağlamış. Bilinmez bir rahatsızlığı olmuş. Son kez ayrılmış köyünden, Ankara’ya gitmiş çare aramaya. Doktorlar kimi zaman akciğer, kimi zaman karaciğer demiş. Bulamamışlar çareyi.
Savaştan sonra köylerde düzen tekrar hâsıl olmuş. Ocaklar şenlenmiş, cami dolmuş. Her öğleden sonra Hoca’nın evinde yemekler hazır olur, çaylar demlenir, misafir ağırlanırmış. Köylü namazı kılar, misafir odasına geçer, sohbete başlarlarmış. Hoca anlatır, cemaat dinler; kimse lafın arasına girmezmiş. Hoca sustuğunda cemaati bir başka önde geleni anlatır, küçüklere örnek olurlarmış. Hoca’ya saygı köyde çok ileri seviyedeymiş. Babasının sözünü dinlemeyen, Hoca’yı dinler, hiç itiraz etmezmiş. Hoca da asla hak olmayan bir sözle kimseyi kırmazmış. Kaman ilçesinin müftülüğü altı yıl sürmüş, akabinde Kırşehir’e il müftüsü olarak atanmış, orada da yedi yıl görev yapmış. Bilgili olmasından dolayı bir dönem Ankara Zincirli Camii’sinde seyyar imamlık yapmış. O dönemlerde Ramazan aylarında imamlar daha büyük illerde görevlendirilirmiş. Ali Hoca da birçok zaman gidip bu görevleri yerine getirmiş.
Ali Hoca’dan oğlu Abdülhalim hocalığı devralmış. Abdülhalim, Dulkadirli köylerinde babasının izinden giderek topluma öğrendiği ilmi aktarmaya çalışmış. Abdülhalim de babası gibi ciddiyetten ödün vermeden hak konuşup köylünün, ahalinin gönlünü kazanmış. Evinde oturup ailesiyle hasbihâl ederken birden köy içinde bağırış, çığırış hâsıl olmuş. Abdülhalim hemen ata binip seslerin olduğu yere varmış. Abdülhalim’in kır atıyla geldiğini gören kalabalık birden dona kalmış. Birbirleriyle kavga edenler birden ayrılıp kafalarını aşağı eğmiş. Abdülhalim baksa ki içlerinde yabancı var. “Hayır mı hemşerim, senin ne işin var bu edepsizlerin içinde?” der. “Edepsiz”i duyan kavga edenler, utançlarından sessizce ayrılırlar oradan. O da “Ağam, ben buradan geçiyordum. Ben bir meyve sebze satıcısıyım. Ayırmaya girdim, arada kaldım,” der. Abdülhalim atından inip “Buyur gel, misafirim ol,” der. Adamı alır evine getirir, yedirir, içirir. Adam Abdülhalim’e dualar eder, “Can borcum oldu sana Hocam, Allah razı olsun,” der, ayrılır. Abdülhalim’e köyde babasına duyulan saygının benzeri duyulur. Kadınlar yüksek sesle konuşmaz, erkekler saygısızlık etmemeye çalışırmış. Tarlası ekileceği zaman Hasan amcasının oğulları gelir, ekerler; Abdülhalim de yanlarında bir gölgede dururmuş. Amca çocukları işleri karşılıksız yapar, “Bir şey beklemeyiz, Hoca’nın duası bize yeter,” derlermiş. Arada yorgunluk çökünce içlerinde konuşma geçer: “Ağabey,Hoca bizden 40 yıl fazla yaşar,” derlermiş. Ama Hoca’ya demek ne hadlerine. Saygısızlık olacak diye işlerine, konuşmaya devam ederlermiş. Dedikleri gibi de olmuş; Hoca, ağabeylerinden 40 yıl fazla yaşamış. Hoca herkesi tanır, herkesin konuşmadan nerede ne yapacağını iyi bilirmiş. Torununa şehirden gelirken iyisinden bir saat getirmiş. Torunu da bir takar bir çıkarır, heyecandan oynamış gün boyu. Misafir evden hiç eksik olmazmış. Torunu saati çıkarmış, minderin yanına bırakmış. Çay dağıtmak için içeri çay getirmeye gitmiş. Gelse ki saat yok. Saat, saat... Saat yok. Hoca’ya demek ne mümkün! Anası, ebesi evi baştan aşağı talan etmişler, yok. Bir gün sonra mecburen “Hoca sormadan söyleyelim,” demişler. Hoca kahvaltıyı yapmış, köşede otururken. Anası “Oğlum, Ali Rıza’ya aldığın saati bulamıyoruz. Oğlan herhalde kaybetti,” demiş. Hoca “Dün kimler vardı ana?” demiş. Anası Ahmet, Mehmet diye saymış. “Tamam ana,” demiş. Hiç kızmadan çayını içmiş. Öğle namazına doğru caminin yanında dolanırken dün gelen Ahmet’i görmüş. Hemen çağırmış, “Ahmet gel, gel,” demiş. “Buyur hocam,” demiş. Hoca “Bizimkiler saati arıyor, sakın gidip verme, biraz daha arasınlar, mallarına sahip olsunlar,” demiş. Ahmet kıpkırmızı kızarmış, kafayı aşağı eğmiş, yeri eşelemiş. Ama ne fayda, Hoca anlamış olup biteni. Ahmet ezan okunduğu an Hoca’nın evine varmış, saati aldığı minderin yanına koyup bir süre evinden çıkmamış. Yıllarca kimseye söylememiş Hoca. Ahmet duramamış, söylemiş. Hoca köylü ayıplar diye konuyu kapatmış ama Ahmet durur mu, bir zaman deyip başlamış anlatmış.
Ali Hoca diğer oğlu Mustafa Kemal’i şehirde yatılı okullarda okutarak yetiştirmiş. Kırşehir’de hocalık yapan Mustafa Kemal de tanınır, hatırı sayılır biriymiş. Babasının öğretilerine ayak uydurup evlerinde misafir, yolda kalan, belde kalan ağırlanır, darda olana yardım etmişler.
KÜTÜK SOYU
Kütük Hasan ise bulunduğu bölgenin ihtiyaçlarını karşılayan bir tüccar olmuş. Develerle Boztepe ilçesinden yiyecek, içecek getiren, istekleri karşılayan biri olmuş. Kütük Hasan’ın altı oğlu, bir kızı olmuş. Kütük Hasan ve eşi, çocukları çok küçükken vefat etmiş. Altı kardeş, bir bacı; hem öksüz hem yetim kalmışlar. İleride kardeşler arasında sorun yaşanmasın diye iki kardeşi Dulkadirli’nin yayla köyü Kartalkaya’ya salmışlar.
Dulkadirli’de kalan Hüseyin, Behzat tarım ve hayvancılık yaparak köyün birçok yerini almışlar. Hüseyin kavak sulamayı, çayırda işler yapmayı severmiş. Her ne işi olursa olsun eşeğine biner, Manaözü bölgesine gider, çayırlarını biçer, kavaklarını sularmış. Oğulları, Hüseyin’in verdiği güvenle civar ahalide ne yoksa onu alıp köyün işlerini görmüşler. Hüseyin’in de kardeşleri gibi altı oğlu, bir kızı olmuş. Evi çekip çeviren oğlunu erken kaybetse de kalan kardeşleri babalarının “Alın yavrum, korkmayın, alandan zarar gelmez” sözleriyle sürekli araştırıp köyün makineleşmesini sağlayıp şehirler arası iş yapmaya başlamışlar. Köylü Hüseyin’in evinden sadece güler yüzünden değil, sohbetinden de dolayı ayrılmazmış. Baş köşede anlatır, herkes dinlermiş. Hüseyin lafa başladığında köydeki hayvanlar bile sessizliğe bürünürmüş. Lafı bittiğinde ahalinin kahkahası her yerden duyulurmuş. Hüseyin bir zamanlar “Mehmet emmim davar güderken yanına İsmail emmim gelmiş,” demiş. O arada köylüden biri “O ne zaman öldüydü?” diye sormuş. Orada bulunan en yaşlı kişiler tek tek “Ben çocuktum, tam hatırlayamadım,” demişler. O arada küçük oğlu Hayri hemen atlamış, “Onu ben de çıkaramadım,” deyince Hüseyin hemen “Çık şuradan, ben senin babanım, bilemiyorum sen nasıl bileceksin o adamı?” demiş. Köylünün gözünden yaş gelmiş. Hüseyin’i köylü sevdiğinden bir yerde kalabalık olduğunda çağırır, “İki yüzümüz güler,” derlermiş. Öğle namazından sonra cemaat sürekli birilerinin evine gider, orada sohbetler edilir, ikindiye kadar çaylar içilirmiş. Kış ayları olduğundan çok bir iş yapılmazmış. Kalabalık oturmuş, çay gitmiş tatlı gelmiş, tatlı gitmiş arabaşı çorbası gelmiş, sohbet sohbeti açmış. Kahve gelmiş, yanına da soda koymuşlar. Daha önce köyde soda çok içilen, bilinen bir şey değilmiş. Hüseyin yemek yerken, bir şey içerken herkesin iştahı kabarırmış. O gün sohbeti bitmesin diye sürekli bir şeyler getirmişler. Kahve içmiş, acı gelmiş, birden sodayı su gibi görüp içmiş. “Öff, bu da ne ekşiymiş!” deyince köylünün de önünde bulunan kahveler dökülmüş, kimi dışarı çıkmış gülmekten. Hüseyin yedirmeyi çok sevdiği gibi sağlığına dikkat etmiş. Hayatında bir kere hastalanıp şehre gitmiş. Gittiğinde doktor şaşırmış. “Emmi,” demiş, “Ne yedin içtin?” “Yavrum, ne varsa onu yedim,” demiş. Hüseyin bir oturmada ne pekmez ne yoğurt bırakır, yemesinden asla taviz vermemiş. Doktor on tane iğne vermiş. “Emmi, her gün bir tane olacaksın,” demiş. Hüseyin köye gelmiş. İğne vuran köyde birine varmış. “Yavrum, doktor şunları verdi, iğne olacağım, sana zahmet hepsini vur da gideyim,” demiş. İğneyi vuracak kişi şaşırmış. “Emmi, sen diyorsun, Allah’a sen! Hepsi vurulur mu?” demiş. Hüseyin “Yavrum, her gün bir iğne için mi geleceğim?” demiş. Köyden birkaç kişi çağırmışlar, zar zor ikna etmişler.
Daha yeni bıyıkları terleyen çocuklar Urfa’ya pathoz çekmeye gitmişler. İş işi kovalamış, işler açılmış. Biçerdöver, arabalar kapıda yok yokmuş. Hüseyin yine eşeğine biner, kavakları sular, çayırıyla uğraşırmış. Ne alınana karışır ne satılana, ne zarara kızar ne yanlış işe söylenirmiş. Tek derdi “Helal olanı haram etmeyin,” der, işine bakarmış. Urfa’ya her sezon giden çocukları öyle paralar kazanırlarmış ki onlar bile anlam veremez, her sene bir kardeşlerini daha götürürlermiş. Küçük kardeşleri Hayri, “Kırşehir’den Urfa bulunur mu?” dermiş. Traktör bakımı yapılır, pathoz yağlanır, römorkların kırık yerleri kaynatılır, yola revan olunurmuş. Günler sürermiş, hele bir de Maraş dokuz dolambaç olmasa. “Allah’a emanet” inerlermiş. İnerken vites küçültür, ayaklarını gazdan çekip “Ya nasip” deyip inerlermiş. Traktör kabinsiz, Urfa 50 derece, motor çalışmaz, toz bir yandan yakar, sıcak bir yandan. Şartlar zormuş, zor olmasına da kimse iş yapmadığından yapılan iş çok kıymetliymiş. Köye doğru yönleri dönünce sararlarmış yorganı bir heyecanla. Hayri heyecanla varınca köye “Nasıl anlatsam, ne kazandık desem babam ne der ola bu paraya?” der, köye gelene kadar ne uyur ne yanındakileri uyuturmuş. Bıraksalar yürüyerek gidecekmiş. Kazasız gelirler köye. Hemen Hüseyin kuzuyu keser, kapıda gözlerinden öper çocukların. Gelin hemen “Yatın, ananız suyu hazırladı, bir yunun çıkın,” der. Hüseyin baş köşeye geçer, oğullarını uyanıp havadislerini, ne yaptıklarını bekler. Hayri hepsinden önce uyanır, ne varsa anlatır. Babası bir daha sevinirmiş. Oğullarına karışmazmış Hüseyin ama oğulları da arada duramaz, takılırlarmış. Hayri, Hüseyin’e “Baba, ne kazanıyoruz şu çayırdan, bırak,” demiş. Hüseyin “Oğlum, dövüşsek döverim, kaçsak yenerim; bana yüzgeçlik mi öğretiyorsun?” demiş. Ömer oğlu da bir gün “Baba, nörecen çayırı, nörecen kavağı?” deyince Hüseyin “Tamam oğlum, sen şimdi minareye çık, höpörleyi eline al, ‘Ben akıllı töredim, tarlayı ekmen, kavak dikmen,’ de,” demiş. O günden sonra Ömer babasına bir daha bir şey dememiş.
Oğulları Hüseyin’in kazancına bin katmış, katmasını da bolluk bir yerden sonra ayrılıklar getirmiş. İşi yürüten ağabeyler anlaşamamazlıktan Ankara’ya gidip kendi düzenlerini kurup kendi işlerini yapmışlar. Ayrılık hep ukde kalmış ağabeylerde ama kader deyip sineye çekmişler. Hüseyin’in evinde köyün neredeyse bütün çocukları büyümüş. Kendi oğlu çok olduğundan hepsinin arkadaşı, eşi dostu gelir, kimi zaman günlerce onlarda kalırmış. Köyün çocuklarının evi haline gelmiş. Çay ocaktan bir iner bir çıkarmış. Hüseyin de karısı da hiç rahatsız olmazmış. Yedirmeyi, içirmeyi severmiş. Hüseyin yolda birini gördüğünde onu o gün evde konaklatmazsa ne uyur ne yemek yermiş. Köyler arası yolun uzak olmasını, vasıtanın olmamasını bilen Hüseyin, yolda gördüğü kim varsa evlatlarından öte tutar, ne varsa elinde yedirir, içirirmiş. Hırlı mı, hırsız mı hiç düşünmezmiş. Yıllar geçmiş, Hüseyin yaşlanmış, yine eşeğe binip Manaözü’ne, çayıra gitmek için hazırlığını yapmış. Binmiş eşeğe, çayırına Manaözü’ne doğru çıkmış yola. Uzak değilmiş gittiği yer. Yol o kadar uzamış ki geri dönmesi ahirete kalmış. Yolda kalanı ağırlayan Hüseyin’e kader yolda tecelli etmiş. Köy yolunda süratli gelen bir yabancı dalgınlıkla çarpmış, Hüseyin orada vefat etmiş. Yolda kimseyi koymamış ama sonunda kendi yolda kalmış.
Behzat koyun işleriyle uğraşıp kendi halinde yaşamış. Köyden Arabistana gidenler çoğalınca yanlarında gitmiş. Aylar geçmiş çalışmış, köy sevdası sıla sevdası burnunda tütmüş. Bir kaset doldurmuş. "Büyüklerime selam eder ellerinden, küçüklerime sevgiler iletir gözlerinden öperim. Köyde tavuklar, kuzular nasıl;köpeğim ne durumda iyidir inşallah, diye başlayıp kapısında bulunan ne varsa sormuş. Kaset köye geldiğinde abileri hemen dinlemeye başlamış. Tavuk bitmiş koyuna geçmiş koyun bitmiş köpeğe arkasından "geçelim hacismaal dayılara deeyince" Hüseyin abisi sinirlenmiş kırmış kasedi. Kalbinde kötülük yokmuş ama abilerim demediğine icerlemiş abileri. Zamanla affetmişler. Köyde yıllarca laf edilmiş Kütüğün Behzat gibi gurbetten kaset yollarsın diye aleşmişler. Biri bir sohbet esnasında konuyu değiştireceği zaman Geçelim Hacismal dayılara der öyle değiştirir olmuş. Köylüde deyim olarak kalmış. Köye geldiğinde abileri kırılsa da küsmemişler. Koyunlarını gütmüş, sürüsünü büyütmüş; oğlu büyüyünce büyükbaş işleri yaparak geçimini sağlamış. Behzat'ın tek sevdası köpekmiş. Kardeşleri iyi bir köpek bulursa getirir, verirmiş. Abdülhalim Hoca ile Kavaklıözü’ne kavak getirmeye gitmişler. Kavağı kesip güzelce yüklemişler. Köye doğru yola koyulmuşlar. Behzat traktörün yanında oturuyor, Hoca da traktörü sürüyormuş. Traktör yüklü olduğundan çok ses çıkararak ilerliyor, kimse kimseyi duymaz haldeymiş. Arkadan jandarma defalarca kornaya bassa da duymamışlar. Jandarma yol müsait olunca önlerine kırmış ama sinirle hemen indirmiş aşağı Hoca’yla Behzat'ı. Jandarma “Niye sağ çekmiyorsunuz?” demiş. Hoca “Görmedik, görsek niye çekmeyeyim,” demiş. “Kaç dakikadır kornaya basıyorum, onu da mı duymadınız?” demiş. Hoca “Yok,” diyormuş ama Behzat “Ben duydum ağabey,” diyormuş. Hoca Behzat'ın gözüne bakıyormuş, bakmasına da Behzat durur mu, anlamıyormuş. “Ben duydum Hoca ağabey, ben duydum,” ısrarla söylüyormuş. Hoca bir yandan jandarma komutanına yalancı çıkıyor ona üzülüyor, bir yandan ceza yiyecek ona yanıyormuş. Behzat daha “Hoca ağabey ben duydum,” demiş, Hoca sonunda “Hacı Behzat!” deyince Behzat durumu anlamış. Ama cezayı yedirmiş. Köye gelince Hoca söylemiş söylemesine de Behzat temiz kalbinden duyduğunu söylemiş. Hoca da sakinleyince hak vermiş.
Behzat ömrünü koyunlara adamış. Koyun, köpek sevdası onu durdurmaz, başka iş yapmamış. Oğlu koyun işlerini bıraktırmış babasına, “Artık yorulma,” demiş. Behzat koyunculuğu bıraktığı sene hastalıklar peşini bırakmamış. Ayakları tutmaz, beli tutmaz olmuş. Onu ayakta tutan koyunmuş aslında, kimse bilememiş. Evde hareketsizlik ve yaşlılığın etkisiyle vefat etmiş.
Şehir hayatına erken giden tek kardeşleri Sami olmuş. Sami inşaat işleri yapar, çalışır, şehirde düzenini kurarmış. Oğlu olmamış uzun yıllar. Çok istermiş bir oğlum olsun diye ama olmamış. “Yanımda yoldaş olur, candaş olur,” demiş ama olmamış. Gel zaman git zaman çok çalışır, işinde inatçıymış. Yaptığı işi sağlam yapar, hataya tahammülsüz çalışırmış. Yıllar sonra müjdeli haber gelmiş. “Oğlun oldu,” demişler. O zaman “Adı Umut olsun,” demiş. Oğlu Umut olmuş ama kader ona umut olmamış. Akciğerlerinde bir hastalık çıkmış. Doktorlar çare bulamamış. Günden güne zayıflamış. Umut doğmuş doğmasına da umut bulunamamış derdine. Umut’un büyüdüğünü görememiş.
İKİ KÜÇÜK ÖKSÜZ YETİM
Ağabeyleri bir düzen kursa da Zehra ile Hâcemin yaşlarının çok küçükken yetim, öksüz kalmasıyla bir Dulkadirli’de bir Kartalkaya’da ağabeylerinin evlerinde vakit geçirmişler. Zehra, babasının vasiyeti ile Abdülhalim’in oğlu Serdar’la evlenmiş. Kütük Hasan ölmeden son nefesini, “Kızım küçük, ortada koymayın. Vebali boynunuza, kızım kızınız olsun,” diyerek vermiş. Zehra’yı Serdar’la evlendirmişler. Serdar da Almanya’da bir fabrikada iş olduğunu duymuş. Babasıyla istişare edip gitmiş. Zamanla orada düzeni kurup Zehra’yı da oraya yerleştirmiş. Kalmış geriye Hâcemin. Derdi, çilesi bitmemiş. Amcası babası gibi hoca olmamış, daha çok korkusuz, herkesle kavga eden biri olmuş. Ne kimsenin gücü yetermiş ne de cesareti. Yaşadığı hayat onu ağabeylerinden farklı kılmış. Köyde ona bir söz bile eden olmaz, ağabeylerine dahi Hâcemin’in korkusuyla edemezlermiş. Hâcemin yetişmiş, delikanlı olmuş. Bir yıl Dulkadirli, bir yıl Kartalkaya derken iki köyün arasında Hashöyük köyünde çeşmeye durmuş. Baksa ki bir güzel Hâcemin’e bakıyor, Hâcemin de gözünü alamamış. Çeşmede testi dolmuş, Nüriye farkına varmamış. Hâcemin atın üstünde dona kalmış. Köyden biri görse Hâcemin’i orada öldürürlermiş ama Hâcemin’in dünya korkusu yokmuş. Hashöyük’te Dulkadirli’nin ağaları oturur, kalabalık, hatırı sayılır insanlarmış. Sevdanın sonu iyi olmayacağını bilse de Hâcemin sürekli Hashöyük’te soluk alır olmuş. Hâcemin’e kim kız verir? Hem yetim hem öksüz. Ne evi var ne barkı. Ağabeylerine açmayı düşünse de onların “Olmayacağını, başka kızı alalım,” diyeceğini bilirmiş. Gel zaman git zaman Nüriye’yle anlaşmışlar. Tek çareyi kaçmakta bulmuşlar. Akşam ezanı okunup namaz kılınmaya başlayınca çeşmenin oraya gel demiş. Hashöyük’te düz bir ova da kurulu bir köymüş. Çok hızlı olmazlarsa biri görebilirmiş. Hâcemin ezanı çeşmenin yanında beklemiş. Kimi evinde kimi camide namaza başlarken Nüriye gelmiş. Nüriye’yi ata bindirdiği gibi Dulkadirli’ye götürmüş. At köye geldiğinde çatlayacak olmuş. Eve varmadan Nüriye’yi indirmiş, etrafı kolaçan edip Nüriye’yi kullanmadıkları bir barakhaneye bırakmış. Evden yatak yorgan alıp oraya götürmüş. Hashöyük çalkalanmış, nüriye nüriye diye. Kimsenin aklına gelmemiş kaçacağı. Birkaç gün sonra Hâcemin’den ağabeyleri şüphelenmiş, “Sen ne yapıyorsun kaç gündür kimseyle konuşmuyorsun birde gidip orada kalıyorsun,” demiş. O da anlatmaktan başka çare kalmadığından anlatmış. Ağabeyleri kızsa da olan olmuş diye Hoca’yı çağırmışlar, nikâh kıyılmış. Ağabeylerine başka çare kalmamış. Köyün büyükleri, Abdülhalim Hoca toplanıp gitmişler. Hashöyüke girince hemen genç bir kız gördünüz mü kaç gündür yok diye sormuşlar. Hoca "gördük gördük Maraşların evine gelin hayırlı bir işimiz var" demiş. Hoca anlatınca ağalar çaresiz kalmış, olan olmuş. “Hayırlı olsun,” demişler. Zaten demekten de başka çare bırakmamış Hacemin. Yine de birkaç kez Hâcemin’e zarar vermeye çalışsalar da yapamamışlar. Hâcemin yıkık virane yerlerde yaşamış bir süre. Köyde Arabistan’a çalışmaya gidenler çok para kazanıyormuş lafı dönmeye başlamış. Hâcemin de “Bir umut,” deyip civar ahaliden gideceklerin yanına varıp onlarla gitmiş. Uzun bir süre çalışmış, işleri yolunda gitmiş. Bir gömlekle gitmiş, bir çanta dolusu parayla gelmiş. Arabistan gözünü açmış Hâcemin’in. Gelir gelmez karısını alıp Ankara’ya varmış. Arabistan'dan getirdiği parayla bir ev alıp düzeni kurmuş. Arabistan’da inşaat işlerini iyi öğrenmiş. Ankara’da da usta olduğundan hemen işe almışlar. Hâcemin’in durumu yeğenlerine bir yön olmuş. Onun yanına gelmeye, Ankara’ya göçmeye başlamışlar. Yeğenleri aylarca onun evinde kalır, düzeni kurar, sonra bir ev tutup eşini, çocuklarını getirirmiş. Nüriye çok misafir sever, yedirmeyi, içirmeyi eksik etmezmiş. Hâcemin’in kardeşlerinin oğullarının birçoğu onun yakınlarında yaşayıp hayatlarını devam ettirmişler. Hâcemin aldığı gecekonduya yıkılıp bina olunca üç daire vermişler. Haceminde kendi yaşadığı yokluğu çocukları yaşamasın diye satıp çocuklarına göndermiş. Bir daireyi kendine bırakmış. Gençken yaşadıkları yokluktan mıdır, kaldığı virane yerlerden midir nedir bilinmez. Kanser tecelli etmiş Nüriye’ye. Hâcemin dayanamamış karısının günden güne erimesine. Hastane hastane götürmüş nüreyi birden ağırlaşmış hacemin doktorlar ondada süphelinip tetkitler yapmışlar. Geç fark edilmiş, Hâcemin’in de bütün organlarını sarmış bu illet. Nüriye’ye gelen kanser Hâcemin’i bitirmiş. Hâcemin gidince çok sürmeden Nüriye’yi de yalnız bırakmamış, o da gitmiş. Bir tek geriye Yılmaz Apartmanı kalmış. Yaşadıkları yer satılıp bölüşülmüş. Ağırlanan yüzlerce misafirin, yaşanan onca acının, mutluluğun hiçbir izi bırakılmadan satılmış.
DULKADİRLİ SÜRGÜNÜ
Halil Kartalkaya’da kardeşi Ramazan’la yaşamışlar. Halil babasından Arapçayı ve okuma yazmayı öğrenmiş. Çok çalışır, hiç yorulmazmış. Çayır biçerken köylü seyredermiş. Otu incitmez, kendine zarar vermeden hızlı hızlı bitirirmiş işini. Erken yaşta evlenmiş. İkiz oğulları olmuş. Oğulları büyümüş, iş sahibi olmuş. Babasının, amcasının köylerde ev yaptığından etkilenen Hasan ve Hüseyin şehirlerde bina yapmaya başlamış. Eskişehir’e gidip orada düzen kurmuşlar. İşleri açıldıkça namları yayılmış. Dulkadirli köylerinde eli pense tutan kim varsa yanlarında çalışmaya başlamış. İşler o kadar artmış ki Kırşehir ahalisini götürmeye başlamışlar. Kazandıkları parayla köyde biçer, traktör, koyunlar almışlar. Babaları gurur duyar, sevinirmiş. Halil çocuklarının çok çalışmasından başka iş yapmaz, kendi işlerini yaparmış. İki kardeş Eskişehir’de nerede bir inşaat işi varsa alıp yapmışlar. Hüseyin evlenmiş, Eskişehir’e temelli yerleşmiş. Hasan da evlenip Kırşehir, Eskişehir’e git gel yapmış. Zamanla kendi başlarına iş yapıp farklı yerlerde çalışmışlar. Hüseyin daha çok şehirde işleri yürütmüş, Hasan köye yönelmiş. Halil'in sonradan Şükrü diye bir oğlu büyümüş. Oğlunu okutup imam olmasına destek olmuş. Gel zaman git zaman Şükrü imam olmuş. Hasan köyde işleri büyütmüş, Hüseyin Eskişehir’de yaşamına devam etmiş.
Ramazan okumayı çok istese de çaresi yokmuş. Bir yanda anasızlık, bir yanda babasızlık. Geçim için mecbur, sürüsü çok olan kim varsa onların koyununu gütmeye başlamış. Doktor Mustafa, Ramazan’ın güttüğü koyunları görünce şaşkınlığını gizleyememiş. Kış gelince hemen yanına varmış: “Bu sene seni ben tutuyorum. Herkesten beş fazla vereceğim,” demiş. Ramazan sevinmiş, belki ilk sevinişi. Yaşı daha ufak olan Ramazan birkaç ay sonra yeni sürüsünü almış; heyecanla bir yanda kar bir yanda sevinçle ot aramaya başlamış. Günler geçmiş, kar erimemiş. Sürünün sahibinin oğlu gelir, yemek bırakır, bazen yardım edermiş. Sabah ortalık savaş alanına dönmüş; koyunlar iç içe geçmiş. Sürünün Sahibinin Oğluna Ramazan, "sen git bari birkaç bir şeyler getir; ben sen gelene kadar idare edeyim.” Bir yanda canı bir yanda emaneti düşünmüş Ramazan. Saatler geçmiş, tipi şiddetini arttırmış. Koyunlar iyice küçülmüş. Ne yapacağını şaşırmış. Daha önce nerede gördü böyle bir şeyi? Aklına kardan hemen karı eşeleyip toprağa ulaşmak, kardan bir duvar yapmak gelmiş. Koyunların kuzeyine hemen kardan duvar yapmış. Koyunları duvara yaklaştırmış; sonra doğusu, batısı derken bir barınak yapıp rüzgârın şiddetini kırmış. Orada bunu gören biri: “Kütüğün İramazan’ın el koyunu için yaptığına bakın; canından vazgeçmiş, koyunu atıp gelmemiş; yaptığına bakın. Vallahi bu Ramazan’a Allah verir, billahi verir,” demiş. O yıl gelen tipi diyar diyar anlatılmış. Dulkadirli Köyünden Kartalkaya iki arkadaş tipi başlamadan yola çıkmışlar. Köyler arası çok uzak değil ama tipi yolda öyle bastırmış ki iki arkadaş yollarını bulamamış aksi yönde Cayırevleri köyüne doğru gitmişler. Sabah çıktıkları yol uzamamışta uzamış akşama yaklaşmış. Göz gözü görmüyor iki arkadaş yan yana kilometrelerce uzaklaşmışlar köylerinden. Zamanla soğuk iyice artınca ayaklarını hissetmemeye başlamışlar. Biri baksa ki karşılarında bir köy hemen düşe kalka varmış ayaklarını tezeğin içine gömmüş. Arkasına dönüp Yemliha sende gel diye bağırmış. Yemliha olduğu yerde durduğunu görünce arkadaşı geri dönmek istemiş. Ama ne care Yemliha olduğu yere yığılmış kalmış ve donarak can vermiş. O yıldan sonra her tipi çıktığında Yemliha akıllarda kalmış. Sert kış geçerse Yemliha kışı adıyla anılmış.
Tipi azalmış; koyunları tekrar otlatmak için ayrılmış. Koyunlar kardan uç kısmını gösteren otları yiyor; doğada yaşadığı yorgunlukla adeta sessizliğe bürünmüş. Ramazan da koyunları izleyip şükürler ediyor. Doğada yalnız değilmiş ama. Sessizliğin sebebi birden koyunların ürkmesiyle belli olmuş. Birden köpekler kafalarını kaldırıp etrafa bakmaya başlamışlar. Ramazan birden olup biteni anlamaya çalışıyor. Silahı var, olmasına da üç mermisi var; yüzlerce koyun var. Birden bir kurt koyunlara doğru geliyor; üç köpeği de alıp götürüyor peşinden. Vadide koyunları otlatan Ramazan, izlemekten başka çaresi olmadığı için seyredip olup biteni kala kalıyor. Köpeklerin gittiğini gören diğer bir kurt koyunu vadinin yüksek yerine ürküterek sürüyor. Koyunlar tam tepeye doğru yaklaşınca tepeden bir başka kurt atılıyor, bir kuzuyu yakalıyor. Ramazan kendine gelip havaya iki el atış yapıyor. Kurt birden korkuyla kuzuyu bırakıyor. Ramazan tam sevinecek, bu sefer de eşek korkuyla kurda doğru koşuyor. Ramazan arkada, eşek önde, kurtların içine kadar gidiyorlar. Kurtlar bu sefer de eşeği arkasından yaralıyor. Ramazan son mermiyi kurtlara sıkmak için çaresiz nişan alıyor. Eşek ile aynı boyda olan en iri kurda “Ya Allah!” deyip sıkıyor. Kurda isabet etmiyor fakat kurt can havli ile arkasına bakmadan diğer kurtlarla uzaklaşıyor. Eşek hafif yara alıyor. Koyunlar gün boyunca bir daha otlayamıyor korkudan. Köpekler gelince Ramazan artık köye doğru hareket etmek zorunda kalıyor. Zaman geçiyor, Ramazan karda yaptığı duvar sayesinde bir meslek sahibi oluyor; köy köy gidip çok sayıda ev yapıyor. Her yerde adı duyuluyor. Yürüyerek Ankara’ya gidiyor, mesleğini daha çok yapabilmek için. Yolda kesin de bir gece konaklıyor; Ankara’da nerede iş yapılır, nerede işçiler toplanır öğreniyor. Ankara’ya önce Maltepe’ye geliyor. “Bak sakın Maltepe’de sadece inekler, öküzler var,” oradan ayrılıp Ulus’a doğru yürüyor. Ulus’ta biraz oyalanıyor, sorup soruşturuyor. Meclisin temelleri atılırken işçi lazım oluyor; duvar ustası olarak başlıyor. Alman mühendisler çok geçmeden Ramazan’ın yaptığı duvarların düzgünlüğüne şaşırıyorlar. Duvarı örerken mühendis Ramazan’ı yanına çağırır. “Gideri bir türlü meyil veremiyoruz; ne yapalım?” diye sorar mühendis. Ramazan hemen “Neresi gösterin, ben yaparım,” der. Günlerdir suyun akışını ayarlayamadıkları yeri Ramazan birkaç saate kusursuz yapınca mühendis hemen “Seni götüreceğim Almanya’ya,” der. Ramazan da bir daha köye gelemem korkusuyla kabul etmez. Gece uykusu kaçar ve Ankara’yı terk eder. Yolu İzmir’e düşer; köy sevdası olsa da İzmir’de evler yapmaya başlar. Gel zaman git zaman bir ağanın evini yapar; ağa gizliden Ramazan’ı izler. Ağanın hiç oğlu yokmuş. İş bitince çağırır: “Oğlum, kimin kimsen yok mu?” diye sorar. O da “Abilerim var; anam babam öldü,” der. Ağa: “Seni çok sevdim; gel kızımı sana vereyim,” der. Ramazan köyün hasretiyle yanarken birden bu soruya şaşırır, kalır. Ağa şaşkın şaşkın bakar Ramazan’a: “Sen bir düşün iyice,” der. Ramazan varır bir dalın gölgesine, sekiz çizer bir sağ bir sola. “Köyümden uzak, yolu yokuş, kurulmuş bir tuzak,” der. “Kendi kendime dedim, ne vesayet var ne başka bir şey; burada evlenirsem bir daha dönemem köyüme,” der. Ağanın tek şartı da buydu: Orada yaşayacaktı. Hem ağaya oğul hem damat olacaktı. Bu teklifi de kabul etmez. Yükler yorganı sırtına, yarı yayan yarı arabayla varır köye. “Gayrı der, gurbet yok.” Abileri Ramazan’ı tüccarın Ahmet’in kızı Havva ile evlendirir.
“Bir ev uğruna kaybettim iki kuzu"
Artık kendine ev yapmak zorunda olan Ramazan, başlar söze: “Taş üstüne taş bıraktım. Ev üstüne ev yaptım; sıra bana gelince evsiz kaldım,” der. Nereye gitse kimse yardım etmez; cebindeki para düğüne gitmiş. Köyde bir abisi, abisi de gurbette. Tek başına kalmış. Ne yardım eden var ne ev yapmasını isteyen. Köylü ev yapacağını duyunca rahatsız olmaya başlamış: “Biz yapamıyoruz, o nasıl yapacak?” sesleri yükselmiş. Kimsenin hesaba katmadığı bir şey varmış: Ramazan taş ile adeta konuşuyormuş. Taş elinde bir eser olup çıkıyormuş. Köyün yakınlarında bulunan taşları kimi zaman sırtında, kimi zaman elleriyle sürüyerek, kimi zaman başkalarının işini görüp onların kağnılarıyla getirmeye başlamış. Gidip gelirken tarlaların yanında çimlerin yeşerdiğini görmüş. Taşların arasına koyup sağlamlaştırmak için getirmek istemiş. Kime vardıysa çok yakın yerde olmasına rağmen geri çevrilmiş. En son dayısı Nevriz’e gitmiş. “Dayı, tepenin ardında çem var (çim), ha ne var bir getirsek,” demiş. Nevriz hiç itiraz etmeden katırları hazırlamış. İkisi bir yandan çimleri düzgün bir şekilde söküp getirmişler. Kış çıkmış, gelmiş. Kar, tipi, boran; ev yapımı yarıda kalmış. Kızları Emine ve Sariye Babasına annesine yardım eder onları mutlu ederlermiş. Ramazan bir yanda evin için eksik olan taşları toplar, bir yanda da başka köylere aylarca ev yapmaya gidermiş. Çilesiz yıl geçmemiş. Hashöyük köyünde ev yapmaya gitmiş Ramazan. Sevinçle işi anlaşmış, eve başlamış. Gece gündüz demeden çalışıp evi bitirmeye başlamış. Yaptığı ev çok yakın köyde olduğu için çoğu zaman gelir, gidermiş evine. Sabah çayını içmiş, kızlarının gözlerinden öpüp evden ayrılmış. İçine sinmemiş o gün gitmek. Her gün gittiği yol uzamış da uzamış. Taşları bir bir üstüne koyuyormuş koymasına da bu sefer ne terazi düzgün çıkıyormuş ne taş tam yerine oturuyormuş. Durmuş, “Yarabbi, her şerde vardır bir hayır,” demiş. Öğle namazına gitmiş. Gelse ki evin yanında Nevriz dayısı. Bilmiş bilmesine bir şey olduğunu da aklına ölüm gelmemiş. Dayısının beti benzi atmış. Kafayı kaldırmış Nevriz, “Kızın sizlere ömür,” demiş, oturup ağlamış. Ramazan olduğu yerde donmuş kalmış. Ne ağlayabilmiş ne cevap verebilmiş. Vasıtanın olmadığı bir köyde nasıl olduğu belirsiz olan bir kamyon kazasıyla küçük Emine vefat etmiş. Ramazan yıkılmış: “Büyüttüm de güdemedim kuzuyu,” demiş. Jandarmalar gelmiş, Ramazan’a “Şikâyetçi misin?” diye sormuşlar. Ramazan “Kaza ya şikâyet edilir mi komutanım? Kaza Allah’tandır,” demiş. Bir yandan ağlamış bir yandan söylemiş. “Bizim ocağımız yandı, adamın da ocağı yanmasın. Şikâyetçi değilim,” demiş.
Hayat devam etmiş, ev için gerekli malzemeleri bir yıl içinde toplamış. Neşeyle evi yapmaya başlamış. Ev yükseldikçe mutluluktan bir yanda Havva ağlar, bir yanda Ramazan ağlarmış. Her taş bir dua ile konur, her çamur heyecanla karılırmış. Altı, yedi yaşlarındaki Sariye yalpa yalpa yürüyerek çeşmeden su getirip Ramazan’a verirmiş. Kalan suyla babasına çay demlermiş. Emine’den sonra Sariye’nin üzerine çok düşmüş. Evde olduğu zamanlar onsuz uyumaz, ona Kuran öğretirmiş. Su getirmesi, çay yapması onu bir yandan ağlatır bir yandan sevindirirmiş. Günler geçtikçe ev ortaya çıkmaya başlamış. İkindi vakti olmuş; Sariye gelmemiş. Ramazan’ın içine bir ateş daha düşmüş ama ne olduğunu anlamamış. Karısına: “Havva, bir kıza bak, ne oldu kız? Yok,” demiş. “İçimde bir sıkıntı.” Sariye ise bütün köyün gözdesi, güzellikteymiş; ay yüzlü, elma yanaklı biriymiş. Havva, evin yakınlarında Hacı Halil’in Kuyusu varmış. Varsa ki orada çocuklar bir telaş içinde. Havva seslenmiş: “Sariye’yi gördünüz mü?” diye. Çocuklar korkudan kaçmış. Havva olduğu yerde kalmış. Havva, çocukların kaçmasından korkmuş, kuyuya yaklaşamamış. Çocuklar hemen ailelerine varıp durumu anlatmış; birden köyde kalabalık kuyuya gelmiş. Nasıl olduğu bilinmez, Sariye kuyuya düşmüş. Kuyuya bakan kafasını çevirip gerisin geriye gitmiş; kimse bakamamış. Havva uzaktan köylüyü izlemiş, oturduğu yerde bayılmış kalmış. Seslerin yankısı Ramazan’a ulaşmış. İşi atıp hemen o da gelmiş. Geldiğinde kuyuya doğru yönelmiş; kafasını eğmek istememiş, çaresiz bakmış. O bakarken dünya durmuş; sesler gitmiş, kuşlar susmuş, ağaçlar donmuş. Ali Hoca’nın torunu Serdar’ı çağırmışlar, inse inse kuyuya o iner diye. Kimse inememiş aşağı. İpler bağlanmış, nur yüzlü Sariye çıkartılmış. Kızı gören ağlamış.
Günlerce hastalanmış Ramazan. Kendine geldiğinde savcı olayın aydınlatılması için çalışma yapmak, soru sormak istemiş; Ramazan: “Ben yavrumu kaybettim, başka birinin de evladını kaybetmesini istemem; varsa birinin suçu Allah’ından bulsun,” diyerek olayın üstüne gitmemiş. Hâlen sır olarak kalmış bu olay. Savcı: “Şüphelendiğin biri varsa hemen söyle; bu normal bir olay değil,” demiş. “Çok sürmez, kim yaptıysa bulurum; sen yeter ki şüphelendiğin kişileri söyle,” demiş. Diyememiş ki: “Bu köy bizi istemedi. Biz bir garibiz; hangi birini şikâyet edeyim?” diyememiş. “Bir ev uğruna kaybettim iki kuzu; nereden geldim buldum bu yurdu, içi doluymuş itiyle kurdu.” Çok ağıtlar yakmış kuzularına ama dile getirememiş. Arada sesli söylerken duyanlardan kalmış bu sözler.
Ev olmuş bir saray. Günler geçmiş; üç oğul, iki kızı olmuş. Kızlara aynı isimleri vermiş: birine Emine, birine Sariye. Her yerde tanınan, sayılan biri olmuş. Hacca gidince “Kütüğün Hacı Ramazan” demişler. Yaptığı işlerden elde ettiği kazanç artınca yeni bir kom, ağıl almaya çıkmış. Evin yakınlarında bir yer satıldığını duyunca varmış, almış. Sevinçten o gece uyuyamamış. Sabah ev yapmaya uykusuz gitmiş; öğlen heyecandan işini erkenden bitirmiş. Erkenden çıkıp eve gelmiş; gelse ki yine bir kara haber: Aldığı komu köylü bir olup yıkmış. Korkmuş; köylü haliyle git gide büyüyor. Ramazan olmuş Hacı Ramazan. Komun alındığını duyanlar bir araya gelip, “Burayı alır da içini doldurursa bizim adımız silinir,” derler. Kendileri gibi düşünenlere fitne yayıp kuşluk vakti toplanıp yıkarlar. Yıktıkları yerin kiremidini dahi çalarlar. Tapusuz yer, para da gitmiş, mülk de. Zaten sözün bir önemi yok. O sene yaşadığı bu olayın üstüne daha hırs ile her işe gitmiş. Sabah bir eve başlarsa akşam başka bir yerin bahçe duvarını yapmış. Karacaören’den asker arkadaşı Mustafa arsa alması için sürekli telkinlerde bulunmuş. Mustafa’yla askerlikte tanışmışlar, gurbette Kırşehirli olduğunu duyunca birbirlerine sahip çıkmışlar. Ramazan’ın askerliği çok sürmemiş. Askerde böbrek rahatsızlığı geçirip hastaneye kaldırılmış. Doktorlar çare bulamayıp komutanlığa yazı yazdırıp, “Hasan Oğlu Ramazan Yılmaz askerlik yapamaz,” raporu vermişler. Ramazan çok içerlese de bu duruma köye gelmiş. Aslını sonra öğrenmiş Ramazan: “Doktorlar başına bir iş gelirse bizden olmasın, ne olacaksa gitsin evinde olsun diye göndermiş.” Nasıl olduğu bilinmez bir kaç ay içinde iyileşmiş, işlerin başına geçmiş. Askerliğinin kısa sürmesi ilk zamanlar moralini bozsa da sonradan alışmış. Kim bilir kaç yıl askerlik yapacaktı. Yaşadığı bu hadise ona fayda sağlamış, gençliğini düzen kurmayla geçirmiş. O kısa arada tanışmışlar Mustafa’yla. Mustafa Almanya’ya gider, çalışır, geçimini sağlarmış. Almanya’ya giderken bir uğrar, gelirken bir uğrarmış. Ramazan’ın yaşadığı sorunlara çare bulmak için destek olur, yardım edermiş. Mustafa yanında götürmek istemiş ama gitmemiş. Ramazan’ın da aklına gelmiş Mustafa’nın sözleri. “Madem burada aldırmayacaksınız, bende şehirden alırım,” diye kafasında koymuş. Para toplanınca Kırşehir’in Özbağ yolunda bir arsa bulmuş, arkadaşı Mustafa’yla varıp almışlar. İçinde badem ağacı, kuyusu olan bir yer. “İlerde çocuklarıma faydası olur, hem ağacından faydalanırlar hem yerinden,” deyip almış. Çok geçmeden köyde duyulmuş. Camii önünde “Köyde doymadı, şehri almış,” “Arsa onun neyine,” lafları konuşup kimi zaman iftira, kimi zaman gıybet, kimi zaman dedikodu edip Ramazan’ın gücüne güç katmışlar.
"Bu nasıl babaymış demir yürekli"
Havva’yı kolay kolay kimse rahatsız etmez, uğraşmazmış. O köyün önde gelenlerinden Tüccar Ahmet Kahraman’ın kızıymış Havva. Hem babası tüccar hem de Kahramanlar köyde hayli nüfusa sahipmiş. Tüccar Ahmet, bulunduğu ahalinin çok ilerisinde düşünen biriymiş. Kapısını bir sürü devesi var, iller arası taşımacılık yapar, geçimini sağlarmış. O zamanda deve sahibi insanlar bir bölgenin sahibi gibi anılır, her yerde tanınırmış. Tüccar Ahmet, şehirden ev alıp şehre gitmek istemiş birçok defa. Kızlarını okutup ilim irfan sahibi yapmak istemiş. Köyün içindeki dedikodu ateşinden kurtarmak istemiş, ama gücü yetmemiş. Bir dönem şehirde yaşasa da sürdürememiş. Kızlarına dini eğitimler verip okuma yazmayı öğretmiş. Beş kızından sonra bir oğlu dünyaya gelmiş. Adını Sıttık koymuş. Sevinmiş Tüccar Hacı Ahmet. Adaklar yerine getirilmiş, Dulkadirli köylerindeki eş, dost, komşu kim varsa hediyeler verilmiş. Kızlarını ayırmamış “Oğlum oldu,” diye ama işlerinin başına getireceği kimse yokmuş. Oğlu olunca günlerce sevincinden uyuyamamış. Büyümüş Oğlu yetişmiş, askerlik çağına gelmiş. Köyde kınalar yakılmış, koyunlar kesilmiş, duası edilmiş. Askere uğurlamışlar. Çarşıdan bindirmiş Tüccar Ahmet oğlunu Elazığ’ya. Bir yanda oğlunun yetiştiğini görüp yüzü gülüyor bir yanda ayrılık içini burkuyormuş. Dağıtım iznine gelmeyince oğlunu görmeye giden Tüccar Hacı Ahmet, alaya varınca oğlunun hastanede yattığını öğrenir. Hastaneye varan baba, oğlu Sıttık'ı ağır hasta bulur ve bir müddet sonra Sıttık babasının kucağında son nefesini verir. Baba Hacı Ahmet Kahraman, gözyaşları içinde biricik oğlunu kendi elleriyle yıkar, defneder. Haber babasıyla köye gelir. Evde havadis bekleyen kızlarıyla, karısını görünce bir yandan ağlar bir yandan yakar ağıdı;
Bir yiğit yitirdim kurşun bilekliBir oğul yitirdim eli tüfekli
Elim ile yudum geldim oğlumu
Bu nasıl babaymış demir yürekli
Ben oğlumu unutmadım
İki gözü alayıdı
Öldüğünü aramazdım
Bir tek oğlu kalayıdı
Açılmamış parkasının iliği
Elazığ'da alamadım soluğu
Emine başına kara bağlasın
Bacım kızı ördürmesin beliği
Ne kaynı var ne kardaşı
Anınca ağrıyo başı
Hozat'ın dağında kaldı
Fadime'nin yiğit eşi
Oğlumu görünce elim büzüldü
İçerime kötü fikir düzüldü
Sıddık'ımı verdim kara toprağa
Bir dereye kabirciği kazıldı
Bu nasıl hal nasıl dirlik
Bana oldu seferberlik
Bacısına beşibirlik
Saldı da kendi gelmedi
Elazığ da Kırşehir'e aralı
Sıddık'ı yitirdim yürek yaralı
Kör olası şu Hozat'ın dağları
Kardan merdivanlı yüksek havalı
Yedi kurban kesem Sıttık gardaşım
Sağ olup da sılasına gelince
Haraba da bizim hallar haraba
Kader yolumuzu vurdu yörebe
Sıttık oğlan gelmiyormuş Emine
Güve düşer şu ördüğün çoraba
Akrabalar ağıdını bellesin
Destanların türkü olsun söylensin
Akranların tezkere alıp gelirken
Senin mezarıyın üstü çimlensin
Sıddık gardaş bizi ciğerden yaktı
Bir güllü fotoğraf kaldı da saklı
Bacın kurban olsun babamınoğlu
On göz dam içinde bir oğlan yok mu?
Sıttık'ın ölümünden çok geçmeden Havva’nın oğlu doğmuş. Ne Ramazan ne Havva sevinememiş. Havva’nın eviyle babasının evi yan yanaymış. Bacılarına “Babamı çağırın, ezanı babam okusun, ne istiyorsa ismini o koysun,” demiş. Kulağına okumuş ezanı babası Tüccar Hacı Ahmet, “Kaderi benzemesin, adın Sıttık,” demiş. Dualarını okumuş, gitmiş. Oğlu Sıttık’ın ölümü geriye götürmüş Tüccar Ahmet’i. Kendi halinde, kendi yağında kavrulan biri olmuş. Satmış malını mülkünü. Sonradan oğlu olsa da kendine gelememiş. Çok sürmeden o da vefat etmiş.
SEBAT
Ramazan’ın oğulları büyümüş, serpilmiş. Büyük oğlu Ali, Seyrek Köyünde çobanı olmuş. Babanın kaderi çocukları da bulmuş. Gittiği köyde Türkçe bilen olmadığı için çok zorlanmış. İlk zamanlar kaçıp kaçıp gelmiş köye. Anası hem ağlamış hem geri götürmüş. Küçük kardeşler de köyün sığırını güder, bir yanda da tarlalara bekçilik yaparlarmış. O dönemlerde ekinlerin yetişme döneminde zarar gelmesin diye köylü ortaklaşa bekçi tutarmış. Bir inek bir tarlaya girdi mi hemen bu çocuklara zulüm ederlermiş. Ramazan’ın evi caminin yanı olmasına rağmen gidip camii önünde oturmaz, kimseye fazla konuşmaz, abdestini alır, namazını kılar, işine bakarmış. Ortanca oğlu Sıttık köyün sığırını güderken geçit vermezlermiş: “Bu kapıdan geçme, şuradan geçme.” Kadının biri: “Sen kimsin, neyin var da bu kapıdan geçiyorsun?” deyip hakaretlerle çocuğu ağlatmış. Bunu babasına söylemiş ama babasının ömrü bu insanlarla geçmiş. “İnsan olmayana ne diyeyim, yavrum?” demiş. 1950 yılında devletin verdiği 80 dönüm bir tarlası varmış Hacı Ramazan’ın. Bu tarla çok taşlı, verimsiz, bir çare tarlaymış. Kader, kısmet orada da eksik kalmış. Herkes kendisine 100 dönüm alırken ve en iyi yerleri bulurken Hacı Ramazan’a hem uzak hem verimsiz tarlayı reva görmüşler. Tarla yokluğu kapatmasa da Allah’ın hikmeti midir bilinmez: verimi her geçen sene artmış. Taş ustası Hacı Ramazan tarlada taş temizliğini yapıp çıkan taşlarla da evine ağıl yapıp oğullarıyla koyun işine ehemmiyet vermiş. Gel zaman git zaman büyük oğlu Ankara’da öğretmen olmuş. Diğer oğulları ise yazları şehirde demirde çalışıp kışları köyde çalışır hale gelmişler. Babaları gibi kimi zaman İzmir, kimi zaman Bursa, kimi zaman Ankara’ya git gel bir hayat yaşamışlar. Babaları zamanında inşaat işlerini öğrettiğinden gittikleri yerde hiç çıraklık yapmamışlar. Kar yağıp da çalışılmaz koşullar olunca köy yolu gözükünce köyün yoluna revan olurlarmış. Yorgan sırta, çanta yana, cepler dolu; heyecanla yolda kim durursa onunla köye kadar giderlermiş. Para toplanınca koyun almaya başlamışlar. Hacı Ramazan’ın köye karşı sabrı meyvesini vermiş; Allah yıkılmaz denilenleri yıkmış, Hacı Ramazan’a yol açmış. Koyunlar artıp sürü, çobanlara emanet edilmeye başlanmış. Ülkede yaşanan krizler fırsat olmuş. Sabah alınan koyun bir liraysa, akşam krizle bin lira olmuş. Para arttıkça tarlalar alınmış. Tabi köylü durur mu, elindekileri yiyip bitirenler, hazımsızlığından “Altın buldu bunlar, define buldu,” deyip her şeyi denemişler. Ama nafile; Hacı Ramazan’ın evi ezandan önce kalkar, namazdan sonra tarlaya gider; ne laflara cevap verir ne de kimseyle uğraşırmış. “Bu mudur hikmeti? Olayın bilinmez tuttuğu altın olmuş. Oğlu İsmail’in arkadaşı Maça Ramazan gelmiş. “Emmi, şu nasıl yapılır, burası nasıl olur, şuradan şu gelse, buradan bu gelse,” deyip akşam ezanına kadar soru sorup epey yormuş. Ramazan da kırmamak için cevaplamış da cevaplamış. Maça durmamış, daha devam etmiş. Gazete kupürü götürüp: “Emmi, burada ne yazıyor?” demiş. Ramazan’ın çok iyi okuması yokmuş, bunu da Maça biliyor, muziplik yapacak ya. Ramazan da “Ne mi yazıyor? Akşam oldu, evine git, malına bak yazıyor,” demiş. Maça usulca, sessizce kalakalmış, gitmiş. Emmisiyle bir daha uğraşmamış. Bu sözleri bütün civarda yayılmış. Gereğinden fazla soru sorana "akşam oldu, evine git, malına bak "denmiş. Köylünün uğraşması yetmezmiş gibi çocuklarda uğraşırmış. Hacı Ramazan çocukları çok sevdiğinden rahatsız olmazmış. Köylü tek Hacı Ramazan’a değil, abisi Hacı Halil’e de rahat vermezmiş. Hacı Halil köyün en kalabalık ailelerinin mülkünün tam ortasındaki tarlanın satılık olduğunu duyar. Hemen uşaklarına haber salar, para durumunu öğrenir. Uşaklarıda para konusunda sıkıntı olmadığını söyleyince varır tarlayı almak için fiyatını sorar. Fiyat aşırı yüksek olduğundan “Bir düşüneyim,” der. Köylü durur mu? “Bunlar kim, nasıl alacak?” demiş. Tarlayı düşüşe getirmeye çalışıp "onlar zaten alamaz. Biraz daha fiyatı düşsün biz alırız" derler. Tabi köyde fitne bitmez; hem Hacı Halil’e hem fırsatçılara laf getirip götürmüşler. Hacı Halil bütün lafları sineye çekse de Hacı Ramazan artık iyice dolmuş. Abisine ne pahasına olursa olsun al abi demiş. Hacı Hacı Halil'de artık laflara dayanamayıp gidip anlaşmış ve almış. Daha inanan olmamış. Tapu eline geçene kadar Hacı Halil’in ailesi dahi inanamamış. Hacı Ramazan tapuyu görünce cuma namazından önce tarlaya koşa koşa varmış. Köylü anlam verememiş. Hacı Ramazan tarlayı kazıp toprağını, keseğini alıp torbaya koymuş. Camiinin önünde cuma ezanını bekleyen köylü kiminin karısını kiminin kızını laf ediyorlarmış. Baksalar ki Hacı Ramazan sırtında torbayla hızlı hızlı geliyor. Tarlanın resmiyette alındığını duymamışlar.. Daha bozarız diye planlar kuruyorlarmış. Hacı Ramazan torbadaki kesekleri, toprağı önlerine dökmüş. Hiçbir şey demeden camiye girmiş, vaaza katılmış. Köylü bu olaydan sonra kabullenmeye başlamış; hainlikle, şeytanlıkla yenemeyeceklerini. Ama gen bozuk olunca yine durmayacakları da aşikarmış. Halil alamaz dediklerini almış. Ramazanda unutulmaz dersi vermiş.
Yoklukta yaşadığı acılar çocuklarının da kaderi olmuş. Oğlu Ali evin büyüğü olduğundan babası gidince tarlalarını kontrol eder, “Bir hırsızlık var mı?” diye bakarmış. Ali camii önünde otururken kalabalığı dinlemeyi severmiş. Hep dedikodu, iftira olmazmış; arada camii önünde de hayırlı konuşmalar olurmuş. Arpa, buğday sapı çok değerli, kıymetli olmuş o sene. Camii önünde de hep bu konuşulurmuş. “Sapı çalan olursa yakarım, yıkarım; sap çaldırılır mı?” gibi laflar döner, Ali’nin kulağında kalırmış. Ali’ye de tarla emanet edildi ya; o da heyecanla dinlermiş. Sap toplamak için motor lazım: “Adam lazım, nerede Hacı Ramazan’da öyle imkan? Herkes sapını toplayacak; işi bitecek sonra Hacı Ramazan’a sıra gelecek.” Zaman biraz geçmiş; Ali evin ineklerini otlatırken baksa ki tarlada bir motor, arkasında römork; sapı yüklüyorlar. Kadınlar sapı istifliyor, erkekler yüklüyor. Ali şaşırır kalır. Bir süre sonra aklına gelir. Hemen gizliden römorka yaklaşır; alttan çakmağı çakar. Sap bu, sinmez, alev alır, başını alır gider. Kadınlar görür görmez atlar. Ali durumu görünce köye doğru koşar. Sap yükleyenleri yakalama imkânı kalmamış. Ali tepeleri aşarken toz boyunu geçiyormuş. Eve varınca anasına: “Yaktım! Sapı çalıyorlardı, yaktım,” deyince anası hemen ağlamış: “Ocağımızı söndürdün, niye yaptın?” diye ağıtlar yakmaya başlamış. Garibim Havva yaşadığı o kadar zulme sessiz kalmış ki sapı çalınıyor, oğlu izin vermiyor. Buna rağmen oğlu suçlu görülmüş. Tabi Hacı Ramazan’ın garibanlığı yakın köylere de duyulduğu için sapı çalanlar çıkıp köye gelmiş. Köyün önde gelenleri gelmiş; çaylar içilmiş, kahveler gidiyormuş. Yakınlarda olan Yarımkale Köyü’nden gelmişler; sapı çalarken yanan römorkun parasını istemeye. Tabi Hacı Ramazan’dan yana kimse olur mu? Herkes adama destek çıkmış. Abisi de yeni oğlunu o köyden evlendirdiği için o da ses etmemiş. Hatta “Verin neyse parasını,” demiş. Köyde Ali Erciyes diye biri Hacı Ramazan’ı dışarı çağırmış. Durumu bilen Ali: “Bunlar neye gelmiş, utanmadan izin ver; hepsini kovayım, yoksa bir kaza çıkacak; defolsunlar!” demiş. Hacı Ramazan çaresiz kafasını bir o tarafa bir bu tarafa sallamış. Ali hemen içeri girip: “Anlatın olayı,” deyince karşıdaki hırsızlardan ses çıkmamış. “Utanmanız yok mu?” deyip az biraz küfür etmişler. Jandarma daha yakındı; “Ne yüzle geldiniz? Varın jandarmaya şikâyet edin,” deyince kafalar aşağı eğilmiş. Hacı Ramazan’ın köylüleri durur mu? Ali’yi bir şekilde yollamışlar. Ali gidince hemen hırsızlardan yana geçmiş köylüler. Köylü evdeki ineklerini biliyormuş Hacı Ramazan’ın. Hemen birini verin, adamlara; ayıp olmasın demişler. Çaresiz vermiş Hacı Ramazan.
Kuzular koç, fidanlar ağaç olmuş. Bir yerde tarla satılırsa alıp malına mal katmış.Hacı Ramazan’ın tarla almaya başladığını duyanlar, yüksek fiyatlar söylerlermişler. Mecbur alacağını bildiklerinden önce Hacı Ramazan’a sorarlarmış. O almazsa başkalarına isteeikleri fiyatın yarisina satarlarmış. Bir cok kez pazarlıktan sonra araya basklari girip tarla almasini engellemişler. "Tum tuma tuma yakinda bizide satin alacak"demişler Hacı Ramazan, güvendiği insanlara, tapuyu almadan parayı verirmiş. Aldığı çoğu tarlaya iki kere, üç kere para vermiş. İnsanlığa inancı hiç sarsılmamış. Defalarca kandırılmış ama vazgeçmemiş. Allah çok geç yaşta oğul vermiş, hepsi gücüne güç katmış. Defalarca aldığı tarlaları çocukları tapusuyla alabilmis. Hayırlı olsuna gelenler çoğalmış, kimi içten gelir, kimi Ramazan’ın sofrasının bereketliliğinden faydalanırmış.
MURAT
Kazançları artınca muhannete boyun eğmemek için motor (traktör) almaya karar vermişler. Havva ile gelinler koyunun, ineğin tezeklerini yakacak olarak satar; evin yiyecek ihtiyacını karşılar. Hacı Ramazan da köylere gider, ev yapar; oğullar da Ankara, Eskişehir’de demirde çalışır vaziyete gelmiş. Her yerden kazanç artınca artık traktör almaya karar vermişler. Hacı Ramazan köyünde çekememezlikten dolayı sayılmasa da birçok yerde tanınır biri olmuş. Oğulları da onu hiç mahcup etmemiş. Traktör alır; hemen Osman Nuri’ye varmışlar. Hacı Ramazan’ın annesi Sultan’ın yeğenleriymiş Osman Nuri’ler. Hacı Ramazan’ın köyde birkaç sahip çıkan da yine annesinin akrabalarıymış. Osman Nuri o zamanlarda Kırşehir’in en bilindik birisi ve hatırı sayılır zenginlikteymiş. Hacı Ramazan’ı görünce hemen sarılmış, sevgisini göstermiş. Oğlu Sıttık derdini anlatmış: “Dayı, traktör alacağız; Massey Ferguson 265S olacak. Bize kefil lazım; sana geldik,” demiş. Osman Nuri hemen telefonu alıp bayiyi aramış; varmışlar. Bayi Hacı Ramazan’ı ayakta karşılamış. Köyde yok sayılan Hacı Ramazan şehirde var olmuş. Sıttık hemen traktörü göstermiş; adamlar “Bu olmaz,” demiş. Sıttık şaşkın şaşkın: “Bize bu lazım,”demiş.Adamlar hemen ardından “Siz bekleyin, biz Avrupa ayarında olanı size getirteceğiz,”demiş. Koskoca Osman Nuri kefil olmuş tabi. Varmışlar köye; ne köyde anlatabilmişler ne başka yerde. Traktör alacak Hacı Ramazan; kimse inanmaz, aksine iftira atarlar; nazar değecek korkusuyla traktör gelmeden söylememişler. Sıttık her fırsatta köyde kimin telefonu varsa varır kimseye nereye aradığını söylemeden bayiyi arar: “Bugün geldi mi? Ne zaman gelecek?” diye traktör bayisini usandırırmış. Bir sabah yine aramış: “Geldi, buyurun gelin,” demişler. Babasıyla Münipüşcü Hacosman’a arabasına binip şehre oradan da bayiye varmışlar. Traktörün arkasında gidip 4 tonluk bir römork almışlar. Ne Hacı Ramazan inanıyormuş ne Sıttık; gündüz gözüne rüya mı gerçek mi anlamadan binmişler; Kırşehir’den köye doğru yola çıkmışlar. Sıttık kıyamamış traktöre. Biraz gidince bayidekilerin: “Son sürat gitmesi gerekiyor; traktör ilk başta açılmazsa ileride randıman almayacağını,” söylediği aklına gelmiş. Son sürat köye varmışlar. Köyde sayılı traktör varmış. Haber hemen yayılmış. Hacı Ramazan kuzuları kesmiş, hazır etmiş. Oğulları baba "bu kadar kesmesek iyi" dese de "misafir Allahın misafirdir. Hayırlı olsuna, gelecekler; oğlum,” demiş. “Biz yedirelim, Allah da inşallah bize yedirir,” demiş. Kimi inanmayıp gelip etrafına bakmış; kimi üstüne; kimi römorka “Ne olsa Kütüğün İramazan, hem öksüz hem yetim; nasıl olacak, yapamaz,” diye düşünmüşler. "Bu kadar büyük römorku ne diye aldıysa içini sanki doldura bilecek" demişler. İçeri girerken kimi dilinin ucuyla kimi asık suratla “Hayırlı olsun,” demiş. Dayıları ve Dulkadirli köyündeki ağabeyi canı gönülden “Hayırlı olsun,” demiş. En çokta hüseyin sevinmiş. "Çiğ yumurtaya can veren Allahım Hacı İramazanıma traktör verdi" diye bir yandan sevincinden bağırmış bir yandan traktörün etrafında dolanmış. Geri kalanı uzun bir süre uyuyamamış. Bir de bunu her yerde laf ederlermiş: “Kütüğün İramazan motor aldı; ben nasıl uyuyayım?” derlermiş.
Motorun borcu bitmiş; oğlu Sıttık artık traktörün iş yapacağı malzemeleri almaya başlamış. Bölgede az olan ama lazım olan kırma makinasını alınca her yerden çağrılmış. Sıttık günlerce gider, köylülerin arpalarını kırar; orada kalır, iş bitene kadar gelmez hale gelmiş. Tabi bu kadar çalışkanlık, bu kadar kazanç iyiden iyiye fitneye, hasetliğe dönüşmüş. Ekinler biçilmeye başlayınca Sıttık hemen traktörü alıp tarlaya varmış. Biçerciler canı ne zaman isterse, nereyi isterse o zaman biçermiş; sayısı az olduğu için. O yüzden hazır olup beklenirmiş. Sıttık da köylü gibi tarlada kenara çekmiş traktörünü, biçercileri beklemiş. O arada biçerciler: “Sen git şu adamın ekinini götür, sonra seninkine geçeriz,” deyince Sıttık heyecanla traktöre binmiş, basmış gaza. Birden bağırış çığırış yükselmiş. Herkes traktörün altına bakıyor; Sıttık’a “Durmasın,” söylüyorlarmış. Sıttık traktörü durdurup bakmış ki birini ezmiş. Sıttık biçercinin yanına gittiğinde biri gelip traktörün altı gölge diye varıp yatmış. Nereden bilsin; babasının talihi onda devam edecek. Bir hışımla çıkıp ekine yetişeyim, hem yeni traktör hevesi varmış hem heyecan. Jandarmalar gelmiş, Sıttık’ı tutuklayıp götürmüşler. Eve acı haber varmış. Mehmet Emmi tam uyanmış; uyanmanın etkisiyle ayağa kalkarken ezilmiş. Bundan dolayı da omuriliği ezilmiş. O da ayağını sakat bırakmış. Elde ne var ne yok o senede kazaya harcanmış. Köylü çok sevinmiş sevinmesine de Mehmet Emmi’nin ailesi mertlik yapıp olayı uzatmamış. Mehmet çok kez kaza atlatmış; bu olaydan sonra da “Taş Mehmet” diye anılmış.
Hacı Ramazan’ın Vefatı ve Mirası
Koyunlar artmış; koyunlardan doğanları artık kurbana yetiştirmeye başlamışlar. Hacı Ramazan düğünü olana, çocuğu olana, darda kalana koyun kesip yollar, malına bereket katarmış. Sıttık kırma için gittiği köylerden sürekli akıl alır, işleri öğrenirmiş. “Bu sene kuzuları kurbana götüreceğim baba,” demiş. Hacı Ramazan hiç karışmaz: “Yavrum, ne biliyorsanız onu yapın; yeter ki helale haram katmayın,” der, geçermiş. Sıttık heyecanla hemen kerestelerle römorka bir düzen kurmuş. Yanlardan yükseltip daha fazla koyun almasını sağlamış. Bütün detayı öğrendiğinden yatsı ezanından sonra çıkmış. Erkenden pazarda yerini tutmuş. Köyde 3 lira olan koyun şehirde 10 lira; köyde yüzüne bakılmayan kuzular şehirde koç olmuş. Sıttık, İsmail kardeşiyle şaşkınlık içinde kuzuları satmaya başlamışlar. Gece olunca belli saat İsmail, belli saat Sıttık koyunların içinde durup hırsızlığa karşı önlem almışlar. Üç gün üç gecede kuzuları bitirip heyecanla köye gelmiş, babalarına anlatmışlar. Hacı Ramazan oğullarının gözlerinden öpmüş. Cebinden esans kolonyasını alıp sürmüş yüzlerine. Bir yandan ağlamış bir yandan gülmüş. Bir yandan şükürler eder bir yandan sevinmiş.
Sıttık’la İsmail yaz gelince yorganı alır Eskişehir’e çalışmaya giderlermiş. Sıttık yorganı almış sırtına, o arada annesi “Oğlum, şunları da götür, şunları da yanına al,” dermiş. Sıttık da heyecanla yüklermiş yorganın içine. Hacı Ramazan bakmış yatak yorgan doluyor, “Vay yavrum vay, ora nere sen biliyor musun?” demiş. O yorganla nerelere gideceklerini, nasıl taşıyacaklarını, neyle karşılaşacaklarını hesaba katmazlarmış. Sıttık 13 yaşında çıkmış gurbete. İlk inşaat deneyimini Zonguldak’ta edinmiş. O zaman gittiğinde amcasının çocuklarıyla gitmiş. Bu sefer de aynı olur sanıyormuş. Eskişehir’e sabaha karşı inmiş, bakmış dağlara tepelere, “Bu dağlar bizim dağlara benzemiyor,” demiş. “Ora nere” sözü kulağında çınlamış, çınlamasına da iş işten geçmiş. İkindi vaktine kadar Hasan ve Hüseyin abisinin iş aldığı yeri aramış. Yorgan ağırlaştıkça ağırlaşmış. Sokak sokak sorarken bulmuş. Sıttık penseyi almış eline, başlamış bağlamaya; olmuş Demirci Sıttık. Köyde kim gurbete çalışmaya giderse Hacı Ramazan’ın sözü akıllara gelir olmuş: “Vay yavrum vay, ora nere.”
Zaman geçtikçe bir yandan tarla almışlar, bir yandan da evlerinin yanlarını satın alarak büyümüşler. “Allah yürü,” demiş ya Hacı Ramazan da yürümüş de yürümüş. Artık Hacı Ramazan işlerden elini çekmiş, çocuklarına emanet etmiş. Tek yaptığı evdeki buzağılara, kuzulara ot toplamak olmuş. Sıttık kırmaya gidip öğrendiği bütün yöntemleri evinde uygulamış. İsmail kardeşiyle hem şehirde demirde çalışmış hem köyde bu işleri yapmışlar. Abileri Ali öğretmen olmuş; Kırklareli’nde göreve başlamış. Hacı Ramazan da artık ne kadar istenilmediğini bilse de köyün traktörlerinin geçeceği yerleri onarmaya, eksikliğini gidermeye başlamış. Çocukları işi yürüttüğünden o sadece hayır işleriyle meşgul olmuş. Bahar aylarında yollar çamur olduğu zaman hemen oraya gider, sanatı olan taş örgüyle yolları sağlamlaştırır; kimsenin yolda kalmasına müsaade etmezmiş. Yolda kalan, yardıma muhtaç kim varsa yardımı esirgemezmiş. Biçerler tarlalarına girdiğinde önce hayır için bir römork doldurtur; onu durumu olmayanlara gönderirmiş. Tarlası arttıkça köyde dönem dönem sevilir olmuş. En çok da bahar aylarında başlar, ekin zamanına kadar sürermiş köylünün sevgisi. Hacı Ramazan çocuklarına işlerin en yoğun olduğu dönemde ağaç sulatır, camiye götürürmüş. Çocukları “Baba işimiz var,” deseler de “Elin işi bitmez yavrularım,” der, imkânı yok dediğini yaptırırmış. O zaman zor gelse de çocuklarına dediklerini yaparlar, üzmezlermiş. Sonra sonra anlamışlar. Ağaçlar yeşermiş, gölgesinde oturmuşlar, kimi zaman meyvesini kimi zaman sevabını almışlar.
Dulkadirli köyünde bir cenazeye katılmış. Cenaze evinde otururken birden bembeyaz kesilmiş. Herkes “Emmi ne oldu?” dese de cevap verememiş kimseye. Eve gelmiş; evdekiler sormuş, cevap vermemiş. Yatağa düşmüş, kalkamamış. Günler sonra karısını çağırmış: “Şu parayı al, gittiğim cenazedeki adamın kız torununa ver,” demiş, ağlamış. Karısı: “Ne oldu, niye ağlıyorsun?” dese de hıçkırarak ağladığından konuşamamış. Oğlu İsmail götürüp küçük kıza parayı vermiş, gelmiş. Kimse kaç gündür yemek yiyemez olmuş. Ne olduğunu bilen yok; Hacı Ramazan namazını kılıp yarım ekmek yiyip yatıyormuş. İsmail: “Baba, verdim, gönderdiğini,” deyince kalmış, oğluna sarılıp ağlamış: “Vay kuzum, vay kızım, Sariye’yi gördüm; Allah yaratır da bu kadar mı benzer? Yaradır yavrum,” der ağlar; bir yanda “Bir ev için kaybettim kuzumu,” der bir yanda ağlar. Bu olaydan sonra kendine gelse de iyi olamaz. İşleri iyiden iyi çocuklarına emanet eder. Köyün tepesine çıkıp hayvanların gölgede yatacak yeri olmadığını görünce köyün belli bölgelerine yüzlerce ağaç dikmeye başlamış. Bir yanda ağaç dikiyor, bir yanda çeşmeler yapıp köyün hayvanlarına, doğanın hayvanlarına bir damla su, bir gölge sağlıyor. Bunları yaparken artık torunlarıyla gider, onları yetiştirir olmuş. Torunlarına bak: “Yavrum, ben öldükten sonra da beni anacak tek şey bu ağaçlar, bu hayvanlar. Bak dallara nasıl sallanıyor; onlar Rabbime secde ediyor,” dermiş. Çeşmeler dolmuş taşmış, yollar düzelmiş. İstemeyenler dünyadan göçmüş ama soyundan gelenler bayrağı devralmış. Köy yerinde imamlar çok durmaz, cami çoğu zaman imamsız kalır, ezanlar susarmış. Hacı Ramazan cemaat olmasa da varır ezanı okur, köyü ezansız bırakmazmış. Köyde kimi sesini beğenmez kimi sözünü beğenmez laf edermiş. İstenmediği köyün köy olmasında katkı sağlamış. Öldükten sonra bir vakit okunursa bir vakit ezan okunmamış. Koskoca köy ezansız kalmış. Öldüğünde dahi birkaç eve yemek vermiş. Herkes kapısını kapatmış. Eskisi gibi istemeyenler varmış fakat durumu iyi olduğundan sayıyor, seviyorlarmış. Yaşadığı hayat 95 yıla sığmış. Ama bir Kartalkaya’ya sığamamış. Ölürken son molla: “Benim yavrum, artık siz Kütüğün Hacı Hasan’larsınız; emanetinize sahip çıkın,” diyerek vefat etmiş. Torunu Ali’ye: “Yavrum, bu son görüşümdü; bu ağaçlar, buralar bir daha göremem,” diyerek ayrılmış ilk tarlasından. Kısa sürede olsa hastanede yatan Hacı Ramazan kızlarına yaktığı ağıdı vefatı gecesi dile getirmiş:
Araba vurmuş da yerde yatıyor
Kara kekilleri de anlına batıyor
Aman ya Rabbi bu nasıl felaket bu nasıl acı
Seyrek dağını gezdim bulamadım
Neyin ne olduğunu bilemedim
Aman ya Rabbi bu nasıl acı
Eşikte ağlıyor bir tek bacı
deyince gözlerindeki yaş sel olmuş akmış. Söylediği ağıt da yavruları gibi yarıda kalmış. Yokluk, yetimlik, öksüzlük, çile içinde doğmuş. Bu da yetmezmiş gibi hayırsız bir topluluğun içinde yaşamış. Bir ömür geçmiş: başı sabır, ortası sebat, sonu murat olan. Geriye kalan çeşmeler, köprüler, ağaçlar. Neşet Ertaş’ın dediği gibi: “Ne yaşamış, ne yaşıyor, ne yaşar…”




Yorumlar
Yorum Gönder